Bol Bol Bilgi Adresiniz

30 Ağustos 2007 Perşembe

Bayramımız Kutlu Olsun...

Bayramımız Kutlu Olsun...
Mustafa Kemal, millî mücadelede yapacağı işlerin ve atacağı adımların hepsini ve kurtuluş hareketinin plan ve programlarını Havza'da hazırlamıştır.

Atatürk'ün İlçemize 24 Eylül 1924 tarihinde ikinci teşriflerinde Havzalılara hitaben söylediği sözler şöyledir:

"Sizinle en elemli, en yeisli günlerde tanıştım. Aranızda günlerce kaldım. Bana mazinin hatırasını tekrarlatan şu daire içinde kıymetkâr mesai ve muavenetinizden pek müstefit oldum.

Eğer Havzalıların o samimî ve metin hüsnü kabulleri olmasa ve eğer Havza'nın nafi şifalı kaplıcaları ahval-i sıhhiyem üzerinde müspet bir tesir bırakmasaydı, emin olunuz ki, inkılap için çalışamayacaktım. Bundan dolayıdır ki, Havza ve Havzalılara çok şey borçluyum. Kalbî rabıtam ebediyen saklayacak ve sizi hiç unutmayacağım.

İlk cüreti, ilk cesareti gösteren sizlersiniz. İnkılap ve cumhuriyet tarihinde kahraman Havza'nın ve Havzalıların büyük bir yeri vardır."


19 Mayıs'ı Unutmayalım Arkadaşlar..

Tanin Gazetesi'ne Göre "Çanakkale" Geçilmez

3. Tanin’e Göre Kara Savaşları ve Sonuçları

Denizden yapılan girişimin sonuçsuz kalması üzerine karadan çıkarma yapma kararı alan müttefikler, 25 Nisan sabahı, savaş gemilerinin koruması altında Gelibolu yarımadasının batı sahilinde Sığındere’ye ve Kabatepe batısında Arıburnu ve Tekkeburnu civarlarında dört noktaya ve Kumkale’ye asker çıkardılar. Önemli gördükleri bölgeleri savunmak, Türk güçlerini sıkıştırmak ve destek almasını önlemek amacıyla yapılan bu girişim Türk süngüleriyle başarısız oldu. Fransız Jurnal gazetesi de River Clyde vapurundan karaya çıkan altı bin müttefik askerinin siperlerde gizlenmiş olan Türkler tarafından “cehennem ateşi” ile karşılandığına ve destek birlikleri gelinceye kadar bu vapurun korumasında, bulundukları yerlerde çakılı kaldıklarına dikkati çekiyordu63. Tanin’e göre, 25 Nisan çıkarmasının sonucu 18 Marttan bile ağırdı. Türk askerinin Gelibolu yarımadasında elde ettiği bu zaferin değerini ancak tarih verecek, “hayret ve takdir ile titreyen dudaklarından” yalnız “mucize!” kelimesi dökülecekti64.

Seddülbahir’in kuzeyinde Sığındere’ye çıkmış olan müttefik askerleri 26 Nisan sabahı sahili terk etti. Aynı cephede Alçıtepe’yi ele geçirmek üzere yaptıkları saldırı da Türk süngüleri ile kırıldı65. 26 Nisan’da Kabatepe ve güneyine yapılan yeni bir girişim de sonuç vermedi. Kabatepe’de “dört liva” asker denize döküldü. 28 Nisanda Anadolu sahili müttefik askerlerinden tamamen temizlendi (Birinci Kirte Muharebesi)66. 29 Nisanda Çanakkale’den geçmek isteyen İngilizlerin E15 denizaltısı batırıldı. Mürettebatından bir kısmı esir alındı67.
Beş gün süresince Arıburnu civarında yerleştiği dar alanı genişletmek için ileri harekât girişiminde bulunan müttefikler, Türk askerinin 3 Mayısta başlattığı karşı saldırı sonucunda “yalçın kayalı dereler içine” atıldı ve sahile doğru sürüldü. 3 Mayıstan sonra Seddülbahir ve Arıburnu’nda düşman yeni güçlerle desteklenerek yerleştiği alanı genişletme girişimini sürdürdü. Ancak, sonuç alamadı68. Kabatepe’de de daha kıyıya çıkmadan büyük kayıplar veren müttefiklerin başarısızlığı Atina da bile büyük yankı buldu. Venizelos taraftarı gazeteler müttefiklerin uğradığı büyük yenilgiyi ve kayıklara kaçışını sütunlarına taşıdı. Times gazetesi Osmanlı ordularının mükemmel idare edildiğine dikkati çekti. Mücadeleyi, Plevne kahramanlığına benzetti. Türklerin, Avrupa’daki Osmanlı toprağı için mücadele ettiklerini iddia etti69. Müttefik orduları komutanı General Hamilton’un beş ay sonra yayınladığı rapora göre 25 Nisan’dan 5 Mayıs’a kadar süren harekâtta karaya çıkarılan müfrezelerin yarısı savaş dışı bırakılmıştı. Türk mitralyözleri bilimsel bir şekilde yerleştirilmiş ve müttefik askerleri “oraktan geçirilircesine” şiddetli bir ateşle karşı karşıya kalmıştı. 5 Mayıstaki kayıp; subaylardan 177 ölü, 412 yaralı, 13 kayıp; neferden 1990 ölü, 1707 yaralı, 3570 kayıp olmak üzere toplam 13.979’du70.

6-8 Mayıs arasında Seddülbahir cephesinde Alçıtepe’yi ele geçirmek amacı ile yapılan müttefik saldırıları da Türk askerinin karşı saldırıları ile kırıldı. (İkinci Kirte Muharebesi). Müttefik ordusunun; İngilizler, İskoçyalılar, İrlandalılar, Avustralyalılar, Yeni Zelandalılar, Gurkalar, Sihler, Pencaplılar, Fransızlar, Gombalar ve Senegallilerden oluştuğuna dikkati çeken Times gazetesinin Mondros muhabiri üç gün süren bu savaşları “milletler muharebesi” olarak değerlendirdi. Kayıpların büyük olduğuna dikkati çekti. Saldırı başladığında Türkler önce gizlendikleri, müttefik askerleri karaya çıkıp ilerlediği anda ateşe başladığı için müttefik kayıplarının artığını savladı.

Müttefik kayıpları Mayıs ayı boyunca sürdü. 13 Mayıs sabahı Morto limanında bulunan Goliath, Muaveneti Milliye torpido muhribi tarafından batırıldı71. Aynı gün Seddülbahir’de Fransız Şarl Martin72, 17 Mayısta ise Albion zırhlıları yaralandı73. 25 Mayısta Arıburnu önünde Triumph74, 27 Mayısta ise Seddülbahir önünde Majestic zırhlıları Alman denizaltıları tarafından batırıldı75. Karada ise Türk topçuları ve Anadolu bataryalarının baskıları müttefikleri bulundukları mevzilere kilitledi.

Boğaz önünde, sahilin karşılıklı dar parçasında çabalayıp duran müttefikler, Türk askerinin direniş ve savunması karşısında adeta kırılıyordu. Artık İngiltere ve Fransa da bile herkesin hakkını verdiği gerçek, Çanakkale’nin ele geçirilemeyeceği idi. “Koca bir müttefik ordusu Çanakkale’de erimiş gitmiş”, Şubat ayından bu yana “hüsran” ve zarardan öte bir sonuç elde edilememişti. İngilizleri en çok kızdıran ise “dört günde işi görülecek zannedilen şu miskin Türkün bu kadar büyük harikalar göstermesi” idi. Oysa, Boğazlar gerçek gücünü daha göstermemişti. Bu da yakındı76. Goliath’ın ardından Triumph ve Majestic zırhlılarının da Çanakkale sularına gömülmesi, Türk-Alman ittifakının Çanakkale önündeki başarısıydı. Bu “silah arkadaşlığı” daha büyük sonuçlara gebeydi. Çanakkale’yi geçmek, “Çanakkale istihkâmatını hâk ile yek-sân etmek”, İstanbul’u almak için gelen bu gemilere vurulan darbe “asûmandan inmiş bir ders”ti. İtalya’nın kendilerine katılması ile sevinen müttefiklere bu darbe ile sonucun değişmeyeceği gösterilmişti. Meclis’te “Çanakkale İngiliz donanması için bir mezar olacaktır” diyen Mebusan Reisi Halil Beyin öngörüsü gerçekleşiyordu. Ancak, sadece donanmaya değil, “koskoca” bir orduya mezar oluyordu77. Nitekim, İngiliz resmi tebliğleri de Türk mevzilerinin ele geçirilmesinin “zor bir iş” olduğunu itiraf etmeye başlamıştı78. Daily Telegraph’a göre sahilin en küçük ve göze görünmeyen bölgelerini “kilitli top” ve mitralyözle donatan Türkler, karaya asker çıkarmak üzere sahile yanaşan donanmayı “bir ateş kasırgası ile” karşılıyordu. Bu ateşin etkisinden kurtulmak için gemilerin sahile yanaştırılmasından vazgeçilerek nakliye gemilerinin sığ bölgelerde karaya oturtulması ve askerin bu şekilde karaya çıkarılması kararı da olumlu bir sonuç vermemiş, aksine büyük yitiklerle sonuçlanmıştı. Üstelik Türk topları, toprak altındaki yolları kullanarak mevzilerini sürekli değiştiriyor, bu nedenle müttefik topları etkili olamıyordu79.

Çanakkale’den gelen son haberlerin müttefiklerin amaçlarına ulaşmak konusundaki ümitlerini kırdığına dikkati çeken Tanin, müttefik kayıplarının Flander’da verilenden daha “vahim” olduğunu, ellerinde açık bir koydan başka bir şey olmadığını, çıkış noktası yapılacak bir limanları bulunmadığını, özellikle Alman denizatlılarının görünmesinden sonra oldukça zor bir durumda kaldıklarını belirtti80. Morning Post, Türk ordusunun zannedildiğinden çok daha yetenekli olduğunu81, Jurnal gazetesinin Çanakkale muhabiri ise “Türk askerlerinin Balkan muharebelerinden beri askerlikte fevkâlade terakki ettiklerini” düşünüyordu82. Amerikalı bir gazeteci de Çanakkale’deki incelemelerinin ardından Daily Telegraph’a yazdığı makalede bu konuya dikkati çekti. Gelibolu yarımadasında “her bayır(ın) bir manga, her tepe(nin) bir kale” olduğunu vurgulayan gazeteciye göre, Türklerin askerî gücü, müttefiklerin iki katıydı. Balkan savaşında Türk askerinin “bir işe yaramadığı” gerçeği göz önüne alındığında Türk askerinin sayıca üstün olmasının bir anlamı olmamalıydı. Oysa bu kez Türkiye’de askerî yaşama ait her şey “mükemmel”di. Buna karşın İngiliz askerî harekâtı oldukça zor bir mevzi ve çıkış noktalarından idare edilmekteydi. Savaşı zora sokan etkenlerin başında su azlığı, ulaşım ve nakliye güçlükleri geliyordu. Temmuz ve Ağustos aylarında su daha önemli bir sorun olacaktı. Müttefiklerin kara çıkarmasından elde ettiği küçük başarıların da ancak donanmanın gücü ile olabildiğine dikkati çeken gazeteci, müttefiklerin harcadığı mühimmat karşısında Türk kaybının son derece az kaldığını da vurguladı. Örneğin Queen Elizabeth’in attığı yüzlerce mermiden yalnızca on tanesi Türk mevzilerine düşmüştü83.

Kayıpların büyüklüğü müttefikleri kısa süreli bir sessizliğe itti84. Bunda müttefiklerin asker ve malzeme eksikliği de etkili oldu. Haziran başlarında İngiliz askerî yetkilileri de bu eksiklikleri dillendirmeye başladı. Mühimmat sorunu ile Lord Kitchener, Lloyd George hatta bizzat fabrikaları gezen Kral yakından ilgileniyordu. Çanakkale’deki asker yoksunluğu adalı Rumlardan paralı asker kaydı yapılarak giderilmeye çalışıldı. Ne var ki, Yunanistan’da Gunaris kabinesi “ölüm tuzağı” olarak nitelediği Gelibolu’da, Rum gönüllülerin “kırılmasına” izin vermedi. Adalardaki memurlara gönderilen emirlerle gönüllü kayıtlarının durdurulmasını istedi85.

Bununla birlikte sömürgelerinde aldığı destekle eksikliklerini gideren müttefikler, 4 Haziran sabahı Seddülbahir’de geniş çaplı bir saldırı hareketini başlattılar. Muharebeler, Türk askerlerinin de karşı saldırıları ile iki gün boyunca sürdü. 6 Haziran’da gündoğumu ile Türk süngüsü yeni bir zafer kazandı.(Üçüncü Kirte Muharebesi)86. Zaferdi, çünkü müttefikler uzun bir süre hazırlanarak yine büyük ümitlerle saldırıya geçmişti. Ancak, “halife-i zi-şânın arslan yürekli” askerlerince bu saldırı da boşa çıkarılmıştı. Tanin, saldırının önceden tahmin edildiğine dikkati çekti. Zira, Akdeniz’de, adalarda, Boğaz önlerinde gücünü hissettiren Alman denizaltıları, müttefiklere ilk darbeyi indirdiğinde İngiltere, Fransa ve Rusya’da büyük bir endişe ve öfke uyanmış, korku başlamıştı. Ancak, İngiliz Hükümeti’nin Boğazları terk edip gitmesi ya da boş durması olanaksızdı. Saldırı bu nedenle başlatılmıştı. Ne var ki “berrak yaz gecelerinin müphem karanlıkları arasında parlayan Osmanlı süngüleri düşmanın korkak taarruzunu” bir kez daha boşa çıkarmıştı. Tanin bu son saldırının sonuçlarının “pek hayırlı” olacağı kanısındaydı. Gerek tarafsız devletlerin, gerekse Üçlü İtilafa yakın olanların özellikle Bükreş gazetelerinin yorumlarında, İngilizler için Boğazlarda tutunmanın olanaksızlığı açıkça dillendiriliyordu. Bir hafta önce İngiliz gazeteleri ya boğaz harekâtından vazgeçmek ya da bu işi hızla bitirmek gibi iki seçenek sunarken, alınan yenilgiler bu işin hızla bitirilmesinin olanaksız olduğunu ortaya koymuştu. Zira “Çanakkaleyi müdafaa eden mertler düşmana bir avuç toprak bile vermemeye ahd etmişlerdi”, İngilizler için yapıp yapmamakta özgür oldukları tek bir seçenek kalıyordu: “o da def olup gitmek(ti)”87. Türk Orduları Kumandanı Liman von Sanders’e göre ise İngilizler, Türk askerinin savaşçı yapısını yeterince takdir edememiş, karşılarında Balkan savaşındaki Türk birlikleri bulunduğunu zannederek büyük bir “gaflete” düşmüştü.

Müttefiklerin kayıp ve yaralı sayısı günden güne artarken, Kahire ve İskenderiye’deki tüm hastaneler yaralılarla dolup büyük oteller ve kışlalar da hastaneye dönüştürülürken88. Türk topçusunun baskısı da giderek artıyordu. Haziran ayı boyunca, gerek Arıburnu’nda, gerekse Seddülbahir’de yaptıkları saldırılarda önemli yitiklere uğrayan müttefikler89, 13 Hazirandan itibaren Arıburnu cephesinde kötü kokulu gaz yayan patlayıcı maddeler kullanmaya başladı90. Seddülbahir’de ise donanmasıyla Türk mevzilerini önce aralıklı ardından sürekli olarak bombaladı91. Ardından da aldıkları destek birlikleri ile 21 Haziranda geniş çaplı bir taarruza giriştiler. Sabah saat 05.00’de donanma dakikada yüz elli mermi atarak ateşi şiddetlendirdi. Piyadeler ise saldırıya geçerek Türk siperlerinden bir kısmını ele geçirdi. Müttefiklerin gece yarısına kadar “inatla” ve tekrar tekrar yinelediği saldırılara 21-22 Haziran gecesi ve 22 Haziranda gerek bu cephedeki Türk birlikleri, gerekse Anadolu sahil bataryalarının gülle yağmurları ile aynı şiddette yanıt verildi. Siperler sürekli el değiştirdi. Akşama doğru müttefiklerin elinde yüz metrelik bir siper kalmıştı. 22-23 Haziran gecesi Türk piyadelerinin yaptığı baskınla bu parça da geri alınarak müttefikler çıkış mevzilerine geri püskürtüldü. Zafer Türk askerinindi92. Aradan geçen beş gün süresince gerek yaralı taşıyan hastane gemilerinin çokluğu, gerekse savaş alanından kaldıramadıkları ölü yığınları dikkate alındığında müttefiklerin 21 Haziran muharebesinde (Birinci Kerevizdere Muharebesi) kayıplarının yedi binin üzerinde olduğu tahmin ediliyordu93.

23 Hazirandan itibaren her iki cephede karşılıklı top ve piyade muharebeleri yapıldı ise de müttefik topçularının Türk siperlerine zarar vermek için harcadığı çabalar sonuç vermedi94. 27-28 Haziran gecesi Seddülbahir’deki Türk mevzilerini bombaladıktan sonra 28 Haziran sabahı saat 9.40’ta başlattıkları ileri harekât da Türk piyadesinin karşı saldırıları ile geriye atıldı. Müttefikler, iki hat siperlerini yitirdi. Anadolu bataryaları da verdiği destekle müttefiklerin çekilmesinde etkili oldu. Türk uçakları da Seddülbahir’de müttefiklere ait balon alanlarına attığı bombalarla zaferde pay sahibi oldu (Sığındere Muharebesi)95.

Müttefiklerin gerek 29 Haziranda Seddülbahir’deki saldırılarını tamamlamak amacıyla yaptığı hücum, gerekse 29-30 Haziran gecesi Arıburnu’nda Türk merkez siperlerine yapmak istediği saldırı da kanlı bir şekilde durduruldu96. Temmuz ayının ilk günlerinde Arıburnu’ndaki tek hareketlilik müttefiklerin hastane gemilerine yaptıkları yaralı nakliydi. Yaralılar, çatana ve mavnalarla üç büyük gemiye nakledilirken bu gemilere, üzerinde Kızılhaç işareti olmamasına karşın Türk tarafından ateş edilmedi. Seddülbahir’de ise karşılıklı siper savaşları sürdü97. Yenişehir üzerinde uçan müttefik uçaklarının attığı bombalar ise Türk mevzilerine zarar veremedi98. Müttefikler her iki cephedeki başarısızlıklarını Arıburnu cephesinde yeşil gaz yayan şarapneller endaht ederek ya da sivil yerleşime açık kasaba ve köyleri karadan ve havadan bombalayarak gidermeye çalıştı99. Türk hatlarını yarmak için yapılan saldırılar da müttefiklerin ağır kayıpları ile sonuçlandı. Öyle ki yaralıların taşınmasına iki nakliye gemisi yeterli gelmemişti100.

Türk ordusunun müttefiklere karşı elde ettiği bu üstünlük bölgedeki yabancı gazetecilerin gözünden kaçmadı. Daily Telegraph’ın İstanbul muhabiri, gazetesine gönderdiği mektupla Türk askerini başarıya götüren nedenleri betimledi. Nara istihkamında Kumkaleye kadar bütün sahilin Türkler tarafından olağanüstü bir şeklide berkitildiğine, 18 Marttan bu yana her noktayı büyük bir beceriklilikle savunduklarına, bataryalarını ustalıkla gizlediklerine, boğaz bataryalarının önündeki suları bol mayınla döşeyerek donanmanın ilerleyişini önlediğine, her ilerleme girişimini mitralyözlerinin ateş yağmuru ile karşıladığına dikkati çekti. Buna karşın müttefik askerinin araziyi tanımadığını ve Anadolu yönünde yerleştirilen bataryaların gücünü vurgulayarak harekâtın müttefiklerden daha çok özveri beklediğine işaret etti101. Bölgede bulunan bir Amerikalı gazeteci de müttefiklerin, Türk askerinin etkili ateşleri kadar susuzluk ve sıcakla mücadele ettiğini, sıcakların özellikle beyazları etkilediğini, su kaynaklarının kurumaya yüz tuttuğunu, depoların ise Türk ateşleri ile kullanılamaz duruma getirildiğini belirtti102. Müttefik ordusunun çok kayıp vermesinin nedeni yalnızca Türk ateşi, su yokluğu ve sıcak değil bizzat müttefiklerin kendisiydi. Müttefik topçusunun ateşleri kendi siperlerine düşüyordu103.

Türk askerinin başarısı Viyana sefiri Hüseyin Hilmi Paşanın basına verdiği demece de yansıdı. Türkiye’nin savaşın sonucu hakkında beslediği ümitlerin, müttefiklerin savaşın başında beslediği ümidin çok üstünde olduğunu söyleyen Hüseyin Hilmi Paşa, başarıdan hiçbir endişeleri olmadığına, bu koşullarda tarafsız Balkan devletlerinin önünde, ya Türkiye’nin yanında yer almak ya da savaş sonuna kadar tarafsızlıklarını korumak seçenekleri bulunduğuna dikkati çekti104. Oysa aynı günlerde İngiliz ve Fransız gazeteleri İstanbul’dan “Türklerin kovulacağı” iddiasını sürdürüyordu. Tanin, Türk askerinin başarıları karşısında bu iddiaların sürmesine ve kamuoylarının bu tür haberleri inanarak okumalarına anlam veremedi. İngiliz gazetelerinin, bir yandan on-on beş gün içinde Çanakkale’nin ele geçirileceğine işaret etmesi öte yandan Hükûmetin, Rusya’ya Arkanjel yolu ile mühimmat nakletme kararını alması ve yüklemenin yapıldığını duyurması da “büyük bir çelişki” idi. Oysa, müttefiklerin “beğenmedikleri Arkanjel tarikini şimdi ihtiyara mecbur olmalarının sebebi Çanakkale’de tepelerine Osmanlı yumruğunun inmesinden başka bir şey değildi.!” Müttefikler, Rusların Galiçya’daki yenilgisini bölgeye biran önce yardım ulaştırarak telafi edebileceklerinin farkındaydı. Çanakkale’den ümidi kestikleri için de Arkanjel limanını kullanmayı yeğlemişlerdi. Türkiye ise Boğazları kapalı tutarak Rusları askerî malzemeden, İngiltere ve Fransa’yı gereksinim duyduğu buğdaydan yoksun bırakmıştı. Böylece,“insaniyet ve medeniyet düşmanı” olan “Mokof ejderi” savunmasız, İngiltere ve Fransa da çaresiz kalmıştı. Müttefiklerin tarafsız devletlerin kamuoylarını kendi lehlerine çevirmek için her türlü yola başvurmaları da onların “aczinin” göstergesiydi105.

Müttefikler her ne kadar Rusya’ya kısa sürede ulaşmanın yollarını aramaya başladıysa da bu arayış, Çanakkale’de ilerleme isteklerini durdurmadı. 12 Temmuz sabahı hem Arıburnu’nda hem de Seddülbahirde oldukça şiddetli top ve tüfek ateşinin korumasında piyadelerini ileri sürdü. Ancak, karşı ateşle her iki cephede de çıkış noktalarına geri dönmek zorunda kaldılar106. 13 Temmuz günü sabah ve öğleden sonra Seddülbahir’de Türk mevzilerine saldırılarını yinelediler, fakat karşı saldırı ve ardından gelen süngü savaşları sonucunda eski yerlerine geri atıldılar (İkinci Kerevizdere Muharebesi). Kaçmayı başaramayan on dört İngiliz, esir alındı. Anadolu sahil bataryaları ise ateşleri ile müttefik ilerleyişini destekleyen torpidoları kaçırmayı başardı107. 18 ve 23 Temmuzda Seddülbahir’de Türk siperlerine yapılan iki hücum girişimi de sonuçsuz bırakıldı. Müttefik askerlerinin hemen tümü süngüden geçirildi. Kimi Fransız askeri de esir alındı.108.

Müttefik ordusunun üst üste uğradığı yenilgiler ve verilen kayıpların büyüklüğü karşısında Times, harekâtta yapılan hatalara dikkati çekerek, sorumlu bulduğu General Ian Hamilton’un görevden alınmasını istedi109 İtalyan gazeteleri de Türklerin morallerinin son derece yüksek bulunduğuna, müttefiklerin boş yere ümit beslememeleri gerektiğine, ordunun verdiği kayıpların ise boşuna olduğuna dikkati çekti110. Gelibolu yarımadasındaki “kayalara” saldırmanın “cinnet” olduğu kanısında olan bir Amerikan gazetesi de İngilizlerin; Avustralyalıları “mermi ve kurşun yağmuru altında erittiği(ni)” düşünüyordu111.

Tanin ise “Paskalya’da” İstanbul’da olacaklarını söyleyen ve 20. yüzyılın en gelişmiş savaş araçlarını kullanan müttefiklerin “üç koca ay” sonunda hiçbir başarıları olmadığını vurguladı. Olamayacağını iddia etti. İngiltere ve Fransa’nın Doğu’da dillere destan ünlerine Çanakkale’de bir darbe indirilmişti. O güne değin Avrupa baskısı altında ezilerek içerde ve dışarıda hareket özgürlüğünü yitiren Türkiye, Çanakkale’de müttefik ordularını denize döktükten, donanmasını denizin dibine gömdükten sonra özgürlüğünü yeniden kazanacak, Çanakkale, Fransız ve İngiliz basınında yalnızca “bir kabus” olarak anılacaktı. Yenilgi ve başarısızlıklarını ne kamuoylarından ne de dünyadan gizleyemeyen bu devletler aslında Çanakkale girişiminin kendileri için utançla sonuçlanacağının çoktan farkına varmışlardı. Ancak, çekilmek onlar için acizlik göstergesi olacağından, sömürgelerdeki Müslüman kanını akıtmak pahasına, başarı için “çalışıyormuş gibi” görünmeye devam edeceklerdi. Tanin, başarının hilafet merkezini savunan Türk ordusunda kalacağı inancındaydı. “İster karadan, ister denizden ve ister gökten, ister yerin ve denizin altından hücum etsinler”, Türk “yumruğu” her yerde kendilerini karşılayacak ve tepelerine inecekti112.

Müttefiklerin aleyhine gelişen askerî harekât Hindistan kamuoyunda da olumsuz etkisini göstermeye başlamıştı. Halk ayaklanmış, pek çok İngiliz öldürülmüş, İngiliz mağazaları yağmalanmıştı113. Çanakkale’deki askerleri arasında dizanteri ve hummanın yayılması da müttefikleri, kamuoyları önünde güç durumda bırakıyordu114.

Temmuz sonlarına doğru Türk ordusunun baskısı iyice arttı115. 26 Temmuzda Fransızların Maryot denizaltısı Çanakkale Boğazı’nda batırıldı ve mürettebatından 31 kişi esir alındı116. 31 Temmuz’da müttefiklerin Arıburnu’ndaki yoğun ateş ve lağım baskının ardından ilerleme girişimi büyük kayıpla sonuçsuz bırakıldı. Bozcaada’daki müttefik uçak hangarı ise bir Türk uçağı tarafından bombalandı117. Müttefikler bu baskılara 3 Ağustos’ta Ezine’deki118 ve Ağaderesi mevkiindeki hastaneleri bombalayarak yanıt verdi119. Zehirli gaz yayan mermiler kullanmayı sürdürdü. 6 Ağustos’ta Arıburnu’nda gemi ve kara topları ile Türk sol taraf siperlerine yoğun ve sürekli ateş açtıktan sonra hücum kolları ile bu siperlere saldırdı. Siperlerden bir kısmına girmeyi başardı. Akşamüzeri Türk karşı saldırısı siperlerin bir kısmını yeniden Türk tarafına kazandırdı (Kanlısırt Muharebesi). Seddülbahir’de aynı gün saat 14.00’te Sığındere güneyindeki Türk siperlerine karşı saldırıya geçen müttefikler, Türk ileri hatlarındaki bazı siperleri ele geçirdi. Akşama doğru Türk askerinin karşı saldırısı ile tüm siperler geri alındı. Esirlerin verdiği bilgilere göre saldırıya katılan müttefik alaylarının ikisinde ancak otuz-kırk kadar asker sağ kalabilmişti120.

Müttefik ordusu, 6-7 Ağustos gecesi Gelibolu’ya hakim bir konumda bulunan Kocaçimen tepesini ele geçirmek ve buradaki Türk mevzilerini arkadan kuşatmak istedi. Kuvvetlerinden bir kısmını Saros Körfezi’nin kuzeyinde Karaçalı civarına, geri kalanını da Arıburnu’nun kuzeyinde iki mevkide karaya çıkardı. Karaçalı’ya çıkarılan müttefik askerlerinin tümü püskürtüldü. Buna karşın Arıburnu’nun kuzeyine çıkan birlikler 7 Ağustos’ta donanmanın koruması altında ilerledi. Ancak akşamüzeri müttefikler “hiç beklemedikleri bir zamanda” Türk askerinin “müthiş bir yumruğunu yiyerek” bulunduğu hattan geri çekildi121. 8 Ağustos’ta ard arda yaptıkları taarruzları da sonuçsuz kaldı122 9 Ağustos günü Arıburnu’nun kuzeyinde giriştikleri saldırı da büyük kayıp verdirilerek kırıldı. Dördü subay olmak üzere elli esir alındı123. Aynı gün sabahın ilk ışıkları ile Anafartalar’da saldırıya geçen Türk askerleri, yapılan süngü savaşları sonunda büyük bir zafer kazandılar (Birinci Anafartalar Muharebesi). Resmi tebliğlerde Anafartalar’la ilgili bilgi yer almadı. Tanin ise 9 Ağustos zaferi ile ilgili bilgileri çok sonra sütunlarına taşıdı.

Tanin’in Çanakkale Muhabiri 9 Eylül 1915 tarihiyle Anafartalar cephesinden gönderdiği mektupla zaferi, muharebelere bizzat katılan bir askerin ağzından verdi. Asker muharebeler sırasında Arıburnu’nda “beş bin Türkle yirmi beş bin İngilizi perişan ederek düşmana ilk darbeyi vurmak şerefini kazanan kumandanın ismiyle yad edilen tepeceğin ilerisinde” bulunmuştu. İzlenen strateji; düşmanı kendilerine doğru çektikten sonra kesin bir darbe vurmaktı. Bu nedenle müttefikler bir gece ilerlemeyi başarabilmişti. Taarruz öncesi komutanlar sürekli haberleşiyor, Garp komutanı fırka komutanlarına takviye birlikleri göndereceğini söylüyordu. Durum son derece nazikti ki müttefiklerin Kocaçimen’e çıkmak istediği haberi geldi. Kocaçimen tepesi yarımadanın her noktasına egemen bir konumda bulunduğu için çok önemliydi. Vakit gece yarısını geçiyordu. Kumandan, fırkanın ve alayların bulunduğu mevki hakkında olabildiğince açık ve ayrıntılı bilgi aldıktan sonra bir plân yapmış ve uygulamasını bizzat üzerine almıştı. Sabahleyin erkenden taarruz edilecek ve düşman kovulacaktı. Fakat kumandan soğukkanlılığını koruyor, “etrafındakilerin de sinirlerini kendisininki gibi çelikleştirmeye çalışarak”: “Düşmanı tepeleyeceğiz, diyor. Fırkadan fırkaya, alaydan alaya koşuyor, çalışıyordu” Taarruz nihayet şafakla birlikte başladı. Aslî hedef Kocaçimen tepesi, Anafarta ovası, İsmail Bayırı idi. Harekât çeşitli noktalardan başlarken kumandanın cesaret veren sözleri tekbir sesleri arasında kayboluyordu. Müttefikler de zaman yitirmemiş, tutunduğu her noktayı berkitmiş, karşı saldırıya hazırlanmıştı. Ancak, Türk askeri yaşamını ortaya koymuştu. Bir yanda piyadeler hızla ileri atılırken, öte yandan topçularda müttefik hatlarını bombalıyordu. Buna karşın müttefiklerin topçuları harcadığı merminin çokluğuna oranla etkili olamıyor, mermi taneleri ya çok ilerde ya da geride patlıyordu. Müttefiklere son darbeyi vurmak üzere güçlü bir piyade birliğiyle ileri atılırken süvariler de çam ağaçları arasından çıkarak tepelere doğru adeta uçtu, yamaçta attan inerek avcıya yayıldı ve piyade desteği ile akşama doğru zafer çığlıklarının yükselmesini sağladı. “Düşman kaçıyor, nidası ağızdan ağıza dolaşıyor(du)” “Elbiseleri, parçalanmış, fakat kalbi neşvei zaferle çarpan” Türk askerlerinin önünde tüfekleri, çantaları, kazmaları, kürekleri atarak sahile doğru kaçıyorlardı. Bazı mevkide bunu da başaramıyor, kendilerini “dört taraftan kuşatılmış görüyorlardı”. Türk askerleri “düşmanı sahile sürmüştü”. “Karaya çıkan yüz bin askerin laakal nısfını gaib ettikleri muhakkaktı”. Türklerin kayıpları ise “çok az”dı124.

Muharebeleri “bütün inceliği ile bir siper savaşı” olarak niteleyen Fransız Jurnal gazetesi de müttefiklerin karşı karşıya kaldığı olumsuzluklara dikkati çekiyordu. Müttefikler dağ, taş, kaya, toprak, uçurum her şeyi ele geçirmek, iki tarafı denizlerle çevrili dar bir alanı geçerek saldırı yapmak zorundaydı. Oysa cephenin darlığı manevra olanaklarını kısıtlıyordu. Buna karşın Türk siperlerinin her biri bir sanatçı elinden çıkmış kadar mükemmel, geniş, derin, hem sığınak hem de siper işlevlerini gören gerçek bir “labirent”e benziyordu125. İklim de müttefikleri zor durumda bırakıyordu. Yağmurların az olması nedeniyle Haziran’da başlayan susuzluk giderek olumsuz etkisini artırıyor, buna rüzgârın müttefik birlikleri üzerine sürüklediği toz bulutları eklendikçe dayanmak olanaksızlaşıyordu126. Buna karşın müttefikler, 10 Ağustos günü şafaktan itibaren saldırılarını birkaç kez yineledi. Conkbayırı’na kadar ilerledi. Ancak aynı gün Türklerin baskın saldırısı ve yaşanan süngü savaşları ile pek çok kayıp ve esir vererek geri çekilmek zorunda kaldı (Conkbayırı Muharebeleri)127. 11 Ağustos’ta arka arkaya yaptığı üç saldırı da Türk karşı saldırıları ile püskürtüldü. Pek çok kayıp veren müttefikler beş yüz metre geriye atıldı. Türk piyadeleri, bir makineli tüfek ile iki yüze yakın tüfeği ele geçirdi128. Türk birlikleri müttefiklerin, 15 Ağustosta Kireçtepe yönünde başlattıkları saldırıdan da istedikleri sonucu almalarını önledi ve müttefikler karşısındaki üstünlüğünü ortaya koydu (Kireçtepe Muharebeleri)129.

Goltz Paşa da United Press Ajansı’na verdiği demecinde, Türklerin müttefikleri gerçekten zorladığı kanısındaydı. Müttefikler, Balkan savaşlarında aldığı ağır yenilgiden dolayı hemen tüm dünyanın zayıf olduğunu sandığı bir anda Türk ordusunun tüm gücü ve direnci ile karşı karşıya kalmıştı. Bu direncin de iki nedeni vardı. İlki, “ittihad-ı milli”, İkincisi “mevcudiyet-i milliye” duygusuydu. Gerçek Türk ordusunun şimdi ortaya çıktığına, her bir askerin vatanının varlığı için savaştığına dikkati çeken Goltz Paşa’ya göre müttefikler bir “ateş” ve “çelik” siperi ile karşı karşıya kalmıştı130. Savaş alanlarını dolaşan Tanin’in Rumeli muhabirine göre Anafarta ovasında çalılarla gizlenemeyen her açık toprak, yığın yığın müttefik askerleri ile örtülüydü. “Kana bayanmış ümidleri” ile “gafil avına çıkan” Hamilton “gafil yakalanmıştı”131.

Çanakkale’de Türk askerlerinin ardı ardına kazandığı zaferlerden Ordu Kumandanlığı da son derece memnundu. Harbiye Nazırı Enver Paşa kahramanlık destanının yaratıcısı olarak nitelediği şehit ailelerin çocuklarına bu kahramanlığı hatırlamaları dileğiyle “taziyetnameler” gönderdi132. Enver Paşa, bu mektuplarla “bugünün intikamı yarının çocuklarında yaşat(mayı)” ümit ederken müttefikler de 21 Ağustosta karadan ve denizden yoğun bir top ateşi başlattı. Ardından Anafartalar cephesine saldırıya geçti133. Ancak büyük bir yenilgi ile ve pek çok kayıp vererek “nâlân ve perişan” çekilmek zorunda kaldı (İkinci Anafartalar Muharebesi). Türk siperleri önünde beş yüzün üzerinde askerini bıraktı. Bir subayı ile pek çok eri de esir düştü. 22 Ağustos’ta yaptıkları ikinci girişim de sonuçsuz kaldı134. Müttefiklerin Gelibolu yarımadasında kalkıştığı son çıkarma harekatında uğradığı kayıplara dikkati çeken Daily Cronical da, sonucu “korkunç bir gerçek” olarak değerlendirdi135.

Anafartalar bölgesinde aldığı ikinci yenilginin ardından müttefikler Arıburnu cephesinde sessiz kalarak saldırılarını Seddülbahir’e yöneltti. Ancak burada da 24 ve 25 Ağustosta yapılan Türk karşı saldırıları ile kayıp vermeyi sürdürdü136. 26-28 Ağustosta Anafartalar’da Kireçtepe ve Azmakdere’deki Türk mevzilerine karşı ateş korumasında yaptıkları üç ilerleme girişimi de başarılı olmadı. Üç gün sonunda müttefiklerin ölü sayısı on bini buldu137.

Ağustos ayı sonlarına gelindiğinde müttefiklerin Arıburnu ve Anafartalar’daki büyük yenilgileri, özellikle İngiliz basınında, Hükümete yönelik eleştirileri artırdı. Times, Türk askerlerinin, başarısız olduklarında başkentleri İstanbul’u sonsuza değin kaybedeceklerini kavradığına, bu nedenle müttefik hücumları karşısında etten bir duvar ördüğüne dikkati çekti138. 20 Ağustos tarihli baş makalesini Ashmead Bartlett’in Çanakkale’den gönderdiği rapora ayırdı. Son harekâtı yorumladı. İngiliz resmi tebliği ile raporu karşılaştırdı. 20 Ağustos tarihli İngiliz tebliği “Türkler buradaki ileri harekâtımızı tevkif ettiler” cümlesinden ibaretti. Oysa, İngiliz kuvvetlerinin Suvla Körfezi’ne yaptığı çıkarma harekâtının “Anzak mıntıkasında” ileri yürüyüşünden bahseden, buradaki Türk askerini Plevne’deki Osman Paşa’nın “bahadır askerleri”ne benzeten Bartlett’in raporu, Gelibolu’da müttefik umutlarının söndüğünü ortaya koyuyordu. Times’a göre, İngiltere artık aciz kaldığını onaylamalıydı139. Çanakkale’ye gereken her türlü asker ve malzeme yığıldığı, hatta askerlik hizmetinin zorunlu hale getirilmesi yönünde çabalandığı halde istenen sonuç alınamamıştı. Zira, Çanakkale savaşı, başından sonuna kadar Londra’dan “hayalperestane bir surette” yönetilirken140 Türk askerleri son derece başarılı bir şekilde yönetiliyordu.

Tanin gazetesinin güney cephesi muhabiri Cemil Hakkı Bey de, Türk ordusunun komutanından askerine kadar gösterdiği dirence dikkati çekti. Gelibolu yarımadasını tarihe armağan edilen bir “abide” olarak tanımladı. Türk askerinin burada tüm İslâm dünyasının hakkı için savaştığına, her kayayı, her taşı savunarak bir destan yarattığına dikkati çekti. Gelibolu’ya “Çelikkale” isminin verilmesini önerdi141. Tanin de Osmanlılığın ve İslamlığın onuru için savaşan Türk askeri için yardım kampanyası başlattı. “Kış geliyor. Bu aydan sonra yavaş yavaş soğuklar, yağmurlar, rüzgârlar ve sonra karlar, fırtınalar birer birer icrai hükme başlayacak” diyen gazete kar üstünde, yağmur altında yatmak ve soğukla mücadele etmek zorunda kalacak askere karşı ulusu göreve çağırdı. Türk ulusunu sevindiren, heyecan ve onur duyguları ile dolduran, yaptığı fedakârlığı bile düşünmeksizin vatan uğrunda can ve kan veren askere gönderilecek küçük bir hediyenin önemine dikkati çekti. Zira hediye, bütün bir ulusun; kadınıyla, erkeğiyle, yaşlısıyla, çocuğuyla düşmanı yenmek için birlik olduğunun göstergesiydi. Onlara hem moral verecek hem de gereksinimlerini karşılayacaktı. Yapılması gereken Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’ni desteklemekti. Gücü yetenler askerin gereksinim duyduğu pamuklu gömlek, avcı yeleği, çorap, kuşak, eldiven gibi giyecekleri kendi olanakları ile hazırlayıp Cemiyete vermeliydi. Bunları alamayacak olanların da yapacağı işler az değildi. Tanin özellikle “şefkat ve gayretlerini” her zaman göstermiş olan kadınlara seslendi. Cemiyetin elindeki malzemeyi işlemeye çağırdı. Geçimlerini çalışarak kazananlara ise Cemiyet uygun bir ücret verebilecekti. Gazetenin ümidi, ücret karşılığı çalışmak isteyenlerin az olması yönündeydi142.

Bu çağrı, tüm ülkede olumlu yanıt bulurken Gelibolu yarımadasında Eylül ayından itibaren karşılıklı ateşler ve süngü savaşları devam etti. Lağımlar patlatıldı143. Gerek Seddülbahir’de gerekse Anafartalar’da ve Arıburnu’nda Türk topçunun ateşleri ve piyadenin ileri harekâtları ile müttefik kayıpları sürdü. 4 Eylül’de İngilizlerin E7 denizaltısı Çanakkale’de batırıldı. Üç subay ve yirmi beş erden oluşan mürettebatının tümü esir alındı144.

1915 yılı Ekim ayı başında müttefiklerin Çanakkale’de yüz yüze kaldığı bu güç koşullar, ardı ardına gelen yenilgi ve kayıplar Osmanlı Hükümeti’nin zafere olan inancını artırdı. 5 Ekim 1915 tarihli Meclisi Mebusan toplantısına da bu duygu egemen oldu. Meclisi Mebusan Başkanı Halil Bey, yaptığı konuşma ile Çanakkale’nin geçilemeyeceği hakkındaki inancının ve ümidinin gerçekleşmiş olmasından dolayı duyduğu gururu dile getirdi. Savaşın kısa bir tarihçesini yapan Enver Paşa ise Balkan savaşlarından kurtarılabilen “enkaz”ın bir yıl gibi kısa bir sürede toparlandığına ve Türklerin “kendi yağıyla kavrularak” başarıya ulaştığına dikkati çekti. Barış imzalanmadan önce ülke topraklarında tek bir düşman askeri kalmayacağını ve “hatta daha öteye, ilerilere bile gidilebileceğini” garanti etti. Enver Paşa’nın bu düşüncelerini paylaşan Tanin de, savaş alanlarında zafer kazanan silahların, siyasette de nüfuz sahibi olacağını, böylece “şimal denizlerinden Basra körfezine” olan amacın gerçekleşmiş olacağını belirtti145.

Meclis’teki bu zafer havası boşuna değildi. Zira, Alman ve Avusturya-Macaristan ordularının Sırbistan’a saldırması üzerine, 7 Ekim’de General Hamilton ve General d’Amade’ın taburlarının bir kısmı Selanik’e gönderilmişti. Tanin’e göre bu gelişme, İtilâf Devletleri’nin Çanakkale’yi boşaltmalarının başlangıcı, Türk hilâlinin, Türkleri hor gören İngiltere’ye ve Fransa’ya indirdiği müthiş bir darbeydi146. Ajanslar ve gazeteler de müttefiklerin çekilme hazırlıkları içinde olduğunu doğruluyordu. Sokulu gazetesi muhabiri Londra’dan gazetesine çektiği telgrafta, Çanakkale’deki harekâtın “kesin bir hezimetle” son bulduğuna147, İngiliz ve Fransız üst düzey askeri görevlilerinin katılımı ile yapılan toplantıda Sırbistan’a yardım etmek için tek çarenin; Çanakkale taarruzunu savunmaya çekmek, hatta olabilirse büsbütün sonlandırmak ve Çanakkale’de bulunan birliği yola çıkarmak konusunda uzlaşmaya varıldığına dikkati çekti148. Müttefik kamuoylarının Çanakkale’den çekilme düşüncesine hazırlandığını da ekledi149. Çekilme haberleri Avustralya’da da büyük yankı buldu. Çanakkale’de “yüz binlerce” Avustralya askerinin boş yere feda edildiğine dikkati çeken gazeteler, harekâtın yeterli ve gerekli hazırlıklar yapılmadan başlatıldığını iddia ederek sorumluların cezalandırılmasını istedi150.

Gerek müttefik gerekse tarafsız ülke basını, Çanakkale’den çekilme kararına gerekçe olarak müttefiklerin Sırbistan’a yardım etme amaçlarını öne sürüyordu. Tanin bu nedeni benimsemedi. “Osmanlıların demir yumruğu altında şaşalayıp kal(an)” müttefiklerin, Gelibolu’daki “ölüm tuzağından” yakayı sıyırmak için zaten fırsat kolladığına, Avusturya-Macaristan ile Almanya’nın Sırbistan üzerine yürümesi ile uygun zemini bulduklarına işaret ederek151 Türk askerlerinin çekilme gerçekleşinceye kadar da baskını sürdüreceğini belirtti152.

Ekim ayının ortalarına gelindiğinde müttefikler gerek karadan gerekse denizden, bulundukları mevzilerden ateş etmeyi yeğliyordu. Aralıklarla yaptıkları hücum girişimleri ise Türk topçularının ateş menziline girdiği anda durduruluyor ve büyük kayıp verdirilerek geri itiliyordu. Türk piyadeleri ise yaptıkları baskınlarla müttefiklerin insan ve malzeme kayıplarını artırıyor, küçük de olsa geri çekilmelerini sağlıyordu153. 30 Ekim’de Fransızların Turkuaz isimli denizaltısı Çanakkale’de Türk topçularının ateşi ile batırıldı. İki subay ve yirmi dört erden oluşan mürettebatının tümü esir alındı154. Türk topçularının “nişancılıktaki mahareti”nin güzel bir örneği olan Turkuaz kısa süre içinde denizden çıkarılıp İstanbul’a çekildi. On gün içinde onarımı tamamlanan denizaltı için 10 Kasım’da Bahriye Nezareti’nin bulunduğu Camialtı Meydanı’nda bir tören yapıldı. Saat 14.30’da başlayan törende bahriye mızıkası, itfaiye ve donanmadan oluşturulan kıtalar, devlet adamları ve ileri gelenler, bir bölük Alman ve bir bölük Türk askeri hazır bulundu. Başkumandan vekili Enver Paşa, denizaltının yeni isminin yazılı olduğu örtüyü kaldırdı. “Müstehib Onbaşı”. Denizaltıya, onu yaralayarak Türk ordusuna kazandıran Bursa’nın Yenişehir kazasından Necip oğlu Müstehib Onbaşı’nın ismi verilmişti155.

5 Kasımda ise iki ay önce cepheye getirilen E20 isimli İngiliz denizaltısı Çanakkale’de batırıldı. Otuz kişilik mürettebatından üç subay ile altı er esir alındı156. Müttefiklerin gerek Seddülbahir, gerekse Anafartalar ve Arıburnu’nunda ilerleme çabalarlı sonuçsuz kaldı157. 22 Kasımdan itibaren tüm cephelerde karşılıklı ateş sürerken, Çanakkale cephesine gelen Lord Kitchener’de Mondros’ta bir askeri meclis topladı. Atina sefirinin de katıldığı bu toplantıda aldığı bilgiler cepheyi boşaltma kararında etkili oldu158. Toplantıya katılan Fransız Generali Berloyoti de Jurnal gazetesine verdiği demeçte; “ikinci bir Cebelitarık yaratmak amacıyla yapılan Çanakkale seferinin” tamamen sonuçsuz kaldığını belirtti. İstanbul-Berlin yolunun açılması ile büyük bir tehlike ile yüz yüze kaldıklarına dikkati çekerek Seddülbahir’in ertelenmeksizin boşaltılması gerektiğini ve bölgedeki askerin Selanik’e çekileceğini açıkladı159.

Ard arda yapılan toplantılar, yetkili ağızlardan gelen açıklamalar ve basına yansıyan haberler müttefiklerin, harekâtın geleceği konusundaki ümitlerini yitirmeye başladığının göstergesiydi. Buna karşın müttefikler, tüm cephelerde uzaktan donanmasının ateşi ile aralıklı baskılarını sürdürdü.160. Anafartalar’da ve Arıburnu’nda yoğunlaşan bu baskılara Türk ordusu da yeni bir taarruzla yanıt vermek istedi. Hazırlıklarını tamamladı. Ancak saldırı yapacak müttefik birliklerini bulamadı. Müttefikler, 19-20 Aralık gecesi ‘İstanbul’u da etkisine alan yoğun sisten yararlanarak’ bölgeyi boşaltmıştı161. ‘Beş adım ilerisi görülemeyecek derecede’ yoğun olan sisin uzun süre devam etmesi nedeniyle müttefiklerden çok fazla esir alınamamıştı. Müttefikler ancak sis sayesinde “yakasını kurtarabilmişti”. Ele geçirilen sağlık malzemeleri başına da bir nöbetçi dikilmişti162. Boşaltılan bölgelerde, zeminliklerde poker kağıtları, viski bardakları, meyve suyu kutuları ve konserveler bırakılmıştı163. 25 Nisanda Arıburnu’na çıkmış olan müttefikler bu sahilde 229 gün kalabilmişti. Anafartalar’da geçirdiği süre ise 135 gündü. Yitiklerine gelince, İngiltere Başbakanı’nın yaptığı açıklamalara göre yalnız İngiliz kayıplarının miktarı doksan altı binin üzerindeydi. Tanin’e göre ise toplam kayıp iki yüz elli bin civarındaydı164.

20 Aralık 1915 Pazartesi günü öğleden sonra bütün İstanbul’da ağızdan ağza, kulaktan kulağa “düşmanları denize döktük” müjdesi iletiliyordu. Zafer haberine uzun zamandır hazırlıklı olan İstanbul’da bu müjde davullarla duyuruldu. Resmi tebliğleri beklemeyen akşam gazeteleri baskılarını yapınca halk, gazeteleri “kapışmaya” başladı.

“Anafartalarda ve Arıburnu’nda tek bir nefer bile kalmamış, topçularımızın iki gün mütemadiyen devam eden ateşi altında şaşırıp kalan düşman aylardan beri tecrübe ettiği süngünün de parıldamaya başladığını görünce artık kaçmaktan başka çare kalmadığını anlamış, evvelki gece ve sabahleyin İstanbul’u da örten sisten istifade ederek çekilmeğe başlamış. Sis! Düşmanlar ilk taarruzda da bundan istifade etmişler, kaçarken de hep bu sayede kurtulmuşlardır!”

Gazeteleri okuyanlar grup grup bunları konuşuyor, Seddülbahir’de kalan müttefik askerlerinin de yakında aynı akıbete uğrayacağına olan inançla artık “Çanakkale meselesinin bitmiş olduğu” sonucuna ulaşıyordu. Tanin de “kahraman askerlerin düşmana karşı en son darbeyi indirecekler(i)” günü bekliyordu165.

21 Aralık günü İstanbul bayraklarla donatılmıştı. Şehirde adeta bir bayram havası vardı. Yüzler gülüyordu. Halkı, omuzlarındaki yükün birden bire kalkıvermesine benzeyen bir rahatlama duygusu kaplamıştı166. Ulusal ajans aracılığı ile tüm yurda duyurulan zafer haberi halkı sevince boğdu. Edirne’de Alman ve Avusturya-Macaristan konsolosları valiyi ziyaret ederek tebriklerini sundu. Belediye başkanı ise Edirne halkı adına Enver Paşa’ya kutlama telgrafı çekti. Aynı gece Edirne’de fener alayı düzenlendi. Alay, Avusturya konsoloshanesine giderek teşekkürlerini sundu. Eskişehir’de her yer donatıldı. Şenlikler yapıldı. Akşamüzeri İdadi, Turan Numune Mektebi ve diğer okullarla birlikte, izciler ve halkın katılımı ile fener alayı düzenlendi. Mızıkanın çaldığı marşlar ve öğrencilerin söylediği vatan şarkıları ile tüm şehir dolaşıldı. Zafer, bayraklarla donatılan Trabzon, İzmir ve İnegöl’de de fener alayları ile kutlandı167.

Osmanlı Devleti’nin karşı karşıya kaldığı savaşta en yaşamsal önemi Çanakkale ve Gelibolu cephesine verdiğine dikkati çeken Tanin, “son perdenin” açılmış olmasından dolayı mutluydu. Zafer Türklere, dünyada onurlu bir yer açmıştı. Müttefikler, Çanakkale harekatına girişmemiş olsaydı, bu haklı saygınlık kazanılamayacaktı. Çanakkale’den başka herhangi bir cephede elde edilecek maddî kazançlar ne kadar büyük olursa olsun manevî etkileri çok sönük kalacaktı. Oysa Çanakkale’deki sonuç, Kafkasya ve Mısır’da elde edilecek olanlardan çok daha fazla manevî bir etki yaratmıştı. Türklerden ve silah arkadaşlarından başka herkesin, İstanbul’a girileceği iddia edilen on beş günlük sürenin sonunu beklediği, müttefiklerin bu sonuçtan son derece emin olduğu, üzerine Türkçe “yüz yirmi kuruş gümüş akçe” damgasıyla özel banknotlar hazırlayarak gemilerdeki tayfalara, yarımadaya çıkarılan askerlere İstanbul’da kullanmaları için dağıttığı göz önüne alındığında bu zaferle yalnız bütün savaş kazanılmakla kalınmamış, gelecek için “her türlü fütuhatın manevî temelleri” de atılmıştı168. Osmanlı tarihi, İngiliz ve Fransızların “çamurlu bir alınla, şark kapılarından kovuldukları” yeni bir gün kazanmıştı. İstanbul’un fethi tarihte nasıl yeni bir devir açmışsa, savunulması da bir başka dönemin başlangıcı olmuştu. On ay devam eden mücadelede her gün Türkiye için ayrı bir zaferdi. Zira her başarısızlığı ile “kuduran”, İngiliz asilzadelerinden, Fransız sosyalistlerinden, Afrika’nın “yamyamlarından”, Hint Mecusilerine kadar dört bir yandan asker toplayan, zehirli gazları yeterli görmeyip, dom dom kurşunu atarak “vurduğunu öldürmeye azmeden” müttefikler, Türk’ün göğsünde paralanmıştı. Bu gün o göğüs ne kadar yükseltilse yeriydi. Zira hiçbir ulus, Türkler kadar “sabır”, “metanet”, “mukavemet” göstermemişti. Anafartalar’da başlayan zafer dalgası, yarın Seddülbahir’i “sonra ötesi(ni), bir kere daha ötesi(ni); Osmanlı bayrağının şanlı dalgalarını kucaklamak için açılan ülkeler(i)” saracaktı169.

Zafer, İttifak Devletleri arasında da yankı buldu. Hemen tüm Alman gazeteleri Çanakkale’den çekilişin İngiltere’nin bütün dünyada nüfuz ve saygınlığına bir darbe vurduğu kanısındaydı. İngiltere, Müslüman bir devlete yenilmiş olmasının etkisini sömürgelerinde hissedecek, Gelibolu’daki askerî hezimet daha büyük siyasal bir hezimetle son bulacaktı. Türkiye ise bu savaşta, artık genel saldırı konusunda da etkili olabileceğini kanıtlamış, başlanmış olan yeni binasını tamamlamak için maddî ve manevî temeli oluşturmuştu. Alman basını, boşaltma işleminin Avam Kamarası’nda alkışlarla karşılanmasını da ciddiyet dışı buldu170.

Viyana gazeteleri Çanakkale’de müttefiklerin son hesaplarının görüldüğü kanısındaydı. Buna karşı elde edilen başarıyı Berlin-Viyana-İstanbul yolunun açılmasına ve Türkiye’ye aktarılan askerî malzemeye bağladı171.

Müttefiklerin İstanbul’u kısa sürede ele geçireceğine herkesin inandığına, hatta Fitzmaurice’in bile İstanbul’a vali sıfatıyla gitmek üzere yol çantası hazırladığına dikkati çeken Bulgar gazetesi, Çanakkale’den çekilecek Osmanlı ordusunun Süveyş’e yürümesine hiç kimsenin engel olamayacağını ve zaferin İslâm dünyasını etkisine alacağını düşünüyordu. İngiliz nüfuz ve onurunun “zir-ü zeber” olacağı kesindi172. Kampana gazetesi ise “Çanakkale Firarı” başlığı altında ‘İstanbul’a doğru arslan gibi hareket edip kedi gibi firar’ eden müttefiklerin Çanakkale’yi üç nedenle boşalttıklarına dikkati çekti. İlki, Çanakkale harekatı önceden iyice düşünülmüş bir plâna sahip değildi. İkincisi, Viyana ve İstanbul yolunun açılması üzerine Mısır’a karşı yapılacak saldırı tüm dehşeti ile İngilizlerce anlaşılmıştı. Üçüncüsü, Selanik’e yardım etmek gerekiyordu173.

Müttefiklerin Anafartalar ve Arıburnu’ndan çekilmesi ile birlikte İngiliz basını da hükümete yönelik eleştirilerle sesini yükseltmeye başladı. Çanakkale savaşlarının 9 Kasım’a kadar subay ve er olmak üzere 106 bin ölüye mâl olduğuna, 90 bin askerin savaş dışı kaldığına ve bu harekât için 200 bin kişinin feda edildiğine dikkati çeken gazeteler sorumluların cezalandırılmasını istedi174. Times gazetesi, “Gelibolu hezimeti”ni İngiltere’nin o güne dek karşı karşıya kaldığı hezimetlerin en büyüğü olarak değerlendirdi. Daily Mail ise çekilmeyi, hükümetin Gelibolu seferini başlatmakla yaptığı hatayı anlamış olduğunun bir göstergesi olarak yorumladı175. İsveç basını ise çekilmenin İslâm dünyasına büyük etkisi olacağını ve İngiltere’nin dünyadaki saygınlığını zedeleyeceğini düşünüyordu176.

Tanin’e göre, zaferin dışarıdaki yankıları ülkedekine oranla çok daha büyüktü. Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan basını Türk kahramanlığını ve azmini takdir ediyordu. Zafer “alelade önümüze çıkıvermiş bir düşmana karşı kazanılmış bir şey değil, belki de bizim tarihî ve en kuvvetli düşmanlarımıza karşı indirdiğimiz darbedir” diyen gazeteye göre, bu zaferle yalnızca Fransa ve İngiltere yenilmemiş, boğazların tarihsel düşmanı Rusya da devrilmiş, Büyük Petro’nun vasiyeti sonsuzluğa gömülmüştü. Buna karşın zafer olumsuz etkilerini en çok İngiltere’de gösterecekti. Gelibolu’da Türk askeri, Doğu uluslarının yenilmez zannettikleri İngiltere’nin yalnızca inadının değil modern araçlarının da işe yaramayacağını göstermiş, “kendi azmiyle kendini kurtaran Türk” diğer “mazlumlar” için de örnek olmuştu. Çanakkale zaferinin en önemli etkisi de bu olacaktı177.

Tanin, İngilizlerin, Anafartalar ve Arıburnu’ndan pek az kayıpla geri çekilmelerini bir başarı olarak göstermelerine de karşı çıktı. Türkler, İngilizler gibi savaşın insanî ve hukuksal kurallarını ayaklar altına almadığı için müttefikler kayıp vermemişti. Zira, müttefikler çekilirken de Kızılhaç bayrağının gölgesine sığınmıştı. Buna karşın Türkler, Kızılhaç bayraklarına hürmet etmiş ve nakliyeyi ateşle taciz etmemişti. İngilizler, çekilmelerindeki temel başarıyı Kızılhaç işaretlerine borçlu olduklarını asla unutmayacak ve “bu işaretin kırmızı aksi daima yüzlerine çarpacaktı..”178.

"Hatay Benim Namusumdur. Hatay'ı Alacağım"

"Hatay Benim Namusumdur. Hatay'ı Alacağım"

“İskenderun Sancağı” olarak adlandırılan bölgenin ana vatana ilhakı Atatürk’ün bir asker ve devlet adamı olarak liderlik yeteneğinin ve Türk diplomasisinin başarısının en önemli kanıtıdır.

Bölgenin Tarihi ve Jeopolitik Önemi

Antakya bölgesi dünyanın en eski yerleşim birimlerinden birisidir. Bölgede yapılan araştırmalar burada yerleşimin milattan çok öncelere dayandığını göstermektedir.

M.Ö. 650’li yıllarda Antakya yöresine Oğuzhan’ın geldiği rivayet edilmektedir. Daha sonra Persler bölgeye hakim olmuştur. Antakya, bir ara Doğu Roma İmparatorluğu, İranlılar, Emeviler, Abbasiler ve Bizanslıların eline geçmiştir. Anadolu Selçuklu Sultanı I.Süleyman’ın şehri almasıyla 1084’ten itibaren Antakya tekrar İslam hakimiyetine girdi. 1098’de Haçlılar şehri ele geçirip ahaliyi kılıçtan geçirdiler. Antakya bundan sonra 170 sene Hıristiyanların elinde kaldı. Daha sonra Memluk Sultanı Baybars 1268’de Antakya’yı ele geçirdi.
Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi sonrasında 1517’de Suriye ve Antakya’yı Osmanlı topraklarına kattı. 1517’de Kahire dönüşünde Şam’a uğrayan Yavuz Sultan Selim, Malatya, Divriği, Darende, Besni, Gerger, Birecik, Antep ve Antakya’yı aldı. Böylece uzun sürecek Osmanlı hakimiyeti başlamış oldu. Bölge, Osmanlı idari yapısında önemli bir yere sahipti. Antakya, 1918’de İngiliz ordularının istilasına uğradığı zamana kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun bir sancağı olarak kaldı. Daha sonra Fransızların işgaline uğradı.

İskenderun Sancağı, gerek ticaret yolları, gerekse Doğu Akdeniz’in güvenliği açısından jeostratejik öneme sahip zengin bir bölge olmasından dolayı 18.yüzyıl başlarından itibaren Fransa’nın göz diktiği bir yer olmuş; bölgeye eğitim, sağlık, din ve demiryolu alanlarında yatırım yaparak nüfuzunu yerleştirmeye çalışmıştır.

İngiltere ve Fransa Bölgeyi Sykes-Picot Antlaşması ile Gizlice Paylaşıyorlar

İngiltere ve Fransa I.Dünya Savaşı içinde gizli olarak imzaladıkları Sykes-Picot Anlaşması ile Ortadoğu bölgesini paylaşmışlardı. Bu anlaşmaya göre Suriye, Lübnan ve Çukurova, dolayısıyla İskenderun Sancak bölgesi Fransa’nın nüfuz bölgesine dahil edilmiştir. I.Dünya Savaşı sonunda 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada, Sancak bölgesi Türk kuvvetlerinin kontrolünde bulunuyordu. Fakat Mondros Mütarekesinin maddeleri gereğince Osmanlı Devleti fiilen tarihe karışmış oluyordu. 9 Kasım’da İngiliz birlikleri Mondros’un 7.maddesine dayanarak İskenderun Sancağı’nı işgal ettiler, daha sonra yaptıkları gizli anlaşma uyarınca, bölgeyi Urfa, Antep, Adana ve Mersin’i de işgal etmiş olan Fransız birliklerine bıraktılar. 11 Aralık 1918’de Fransızlar İskenderun Sancağını işgal ettiler.

Ulu önder Atatürk’ün Hatay sorununa ilgisi bu tarihlerde başlar. Bu sırada (31 Ekim 1918) Adana’da bulunan Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına atanmış bulunan Mustafa Kemal Paşa İngilizlerin İskenderun’u işgal isteklerine direnerek, İskenderun’a yapılacak herhangi bir İngiliz saldırısına silahla karşı konulması emrini verdi. Onun bu davranışı Osmanlı Hükümeti’ni kızdırmış ve Yıldırım Orduları Grubu 7 Kasım’da dağıtılarak Mustafa Kemal Paşa Harbiye Nezareti emrine verilmiştir. Mustafa Kemal’in Harbiye Nezareti emrine alınmasından sonra bölgedeki direnme kırılmış, İngiliz ve Fransız işgalleri kolaylaşmıştır.

Türkler Fransızlara Direniyor

11 Aralık 1918’de Fransızlar tarafından işgal edilen Sancak bölgesinde Türkler yer yer direnişe başlamışlardır. Bu direniş önce Dörtyol, daha sonra diğer bölgelerde ortaya çıkmıştır. Reyhanlı ve Antakya’da teşkilatlar kurularak mücadeleye başlanmıştır.

13 Temmuz 1919 tarihinde bölgede inceleme yapan Amerikan King Came heyeti İskenderun Sancağı’na gelerek halktan Fransız yönetiminden memnun olup olmadıklarını sormuş, bunun üzerine Türkler Fransız yönetimine karşı olduklarını ve Türk yönetimi istediklerini belirtmişlerdir. Türklerin Fransız yönetimine karşı olan tavırları Fransızları kızdırmış, tutumlarının daha da sertleşmesine yol açmıştır. Fransızların yanında yer alan Ermeni çeteleri Türklere yönelik baskı ve taşkınlıklarını giderek artırmaya başlamıştır. Bütün bu baskı ve öldürmeler karşısında İskenderun Sancağı ve havalisi Türkleri birlik halinde mücadeleye girmişlerdir.

Tayfur Sökmen Fransızlara Karşı Direniş Hareketini Örgütlüyor

İskenderun Sancağı için mücadele veren, gerektiğinde tüfekle çarpışan, zulme ve esarete karşı verdiği mücadelede büyük Atatürk’ün güvenini kazanarak önce Antalya mebusu, daha sonra da Hatay Devlet Başkanlığı’na seçilen Tayfur Sökmen’in (TBMM eski Başkan vekili Murat Sökmenoğlu’nun babası) Hatay’ın kurtuluşunda ve Türkiye’ye ilhakında büyük emeği geçmiştir.

1892 doğumlu olan Tayfur Sökmen, aslen Reyhanlı olup, seçkin bir aileye mensuptur. Dedesi, Karamürselzade Ahmet Paşa, 1825’te devlete vergi vermemek için isyan eden Halep eyaletinin merkezini, vergi vermeye zorlamak ve isyanı bastırmak amacıyla görevlendirilmiş ve bu görevi başarı ile neticelendirdiğinden dolayı Padişah tarafından Reyhanlı’ya Ucbeyi alarak atanmıştır. Dedesinin ölümünden sonra babası Karamürselzade Şevki Bey Aşiret Reisliğine seçilmiştir. Rüştiye mezunu olan ve 1909’da Kırıkhan’da meydana gelen Ermeni Vaka’sı nedeniyle yüksek öğrenimine devam edemeyen Tayfur Sökmen, 1.Dünya Savaşı sırasında askerliğini Halep’te yapmıştır. Atatürk’ü de ilk defa Halep’te Yıldırım Orduları Grup Kumandanı olarak görmüştür.

Reyhanlı’da babasının ölümünden sonra arazilerinde çiftçilik yapan Tayfun Sökmen, İskenderun Sancağının 11 Aralık 1918’de Fransızlar tarafından işgalinden sonra yakın akrabalarıyla görüşerek düşmanla mücadele etmeye karar verdi. Böylece “HATAY” davası da doğdu.

O günlerde, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, Erzurum ve Sivas Kongrelerini toplayarak Misak-ı Milli sınırları içindeki toprakları kurtarmak için mücadele ediyordu.

Tayfur Sökmen 29 Mayıs 1920’de Rumeli ve Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri Başkanı Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf çekerek İskenderun Sancağı ve havalisinin Misak-ı Milli hudutları içinde olup-olmadığını sorar. Mustafa Kemal Paşa Miralay Recep Bey vasıtasıyla verdiği cevapta İskenderun Sancağı ve havalisinin Misak-ı Milli sınırları içinde olduğunu ve Maraş’taki ikinci Kolordu ile temas ederek faaliyetlere devam edilmesini ister. Maraş’taki İkinci Kolordu Kumandanı Selahattin Adil Paşa, kendisiyle görüşen Tayfur Sökmen’e yardım etme vaadinde bulunur.

Ankara İtilafnamesiyle Sancak Bölgesi Suriye’ye Veriliyor

Sakarya Savaşı’ndan sonra, Fransa ile barış antlaşması yapma olanağı doğmuştur. Fransa ile 20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara İtilafnamesi Hatay yöresinin siyasal statüsüne ve geleceğine ilişkin önemli hükümler içeriyordu. Misak-ı Milli sınırları içinde mütalaa edilmesine rağmen Fransa ile silahlı mücadelenin durdurulması pahasına bu devlet ile 20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara İtilafnamesi’nin 8.maddesi ile güney sınırları çizilirken, Sancak bölgesinin milli sınırlar dışında kalması zaruri ve Türkiye’nin menfaatleri bakımından lüzumlu görülmüştür. İtilaf kanadından bir ülkenin tek başına da olsa Ankara Hükümeti ile bir anlaşma imzalaması onun bu hükümeti tanıdığının bir göstergesi olmuş, bu da Ankara Hükümetinin diplomatik alanda kazandığı önemli bir zaferdir.
Ankara İtilafnamesi ile Sancak bölgesi Suriye tarafında bırakılırken, TBMM Hükümeti bölgedeki Türklerin menfaatlerini koruyacak ve bölgeye özerklik verilmesi için gerekli zemini hazırlayacak özel hükümler koydurmayı ihmal etmemişti. Örneğin, Türk parası orada resmi niteliğe haiz olacaktı. Türkçe’nin resmi dil olması ve Türk halkının kendi kültürlerini geliştirmelerine imkan tanınacaktı.

Ankara İtilafnamesi’nden sonra, 2 Kasım 1921’de Tayfur Sökmen’i kabul eden Mustafa Kemal Paşa, Sökmen’den sabırlı olmasını istemiş, “inşallah ileride sizleri de kurtaracağız. Şimdi memleketinize giderek çalışırsınız” demiştir. Bu arada Lozan görüşmeleri sırasında 15 Mart 1923 tarihinde Adana’ya gelen Mustafa Kemal Paşa, kendisini karşılayan Sancaklılara “Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz. Günü gelecek siz de kurtulacaksınız” diyerek Hatay konusuna bakış açısını net bir şekilde ortaya koymuştur.

Bu dönemde, Hatay’da yaşayan Türklerin Türkiye’ye göçmelerine Halep Konsolosluğu aracılığıyla güçlükler çıkarılmış, bölgenin terk edilmemesi yolunda propaganda yaparak göç büyük oranda engellenmişti. Ayrıca Hatay Türklerinin Adana, İstanbul ve bizzat İskenderun Sancağı’nda teşkilatlı bir şekilde çalışmaları teşvik edilmiş, 1935 seçimlerinde Tayfur Sökmen Antalya bağımsız milletvekili seçilerek Hatay davasına sahip çıkılmaya çalışılmıştır.

Yukarıdaki gelişmelerden de anlaşılacağı gibi başta Atatürk olmak üzere, Türk devlet adamları 1918-1936 döneminde önce Milli Mücadele şartları, daha sonra karşılaşılan iç ve dış sorunların halledilmesi gibi son derece hayati konularla uğraşmak zorunda kaldıklarından geleceğe yönelik faaliyetler yürütmekle beraber Hatay sorununu ön plana çıkarmamışlardır. Atatürk sorunu ön plana çıkarmak için iç ve dış sorunların halledilmesini ve Avrupa’da siyasal konjonktürün elverişli duruma gelmesini beklemiştir.

Türkiye Sancak Bölgesine Bağımsızlık İstiyor

Avrupa’daki gelişmelerin ve buhranların aldığı istikamet karşısında Fransa, Suriye ve Lübnan ile münasebetlerini yeni bir düzene sokarak 1936 Eylülü’nde Suriye’ye ve 1936 Kasımı’nda da Lübnan’a bağımsızlık verdi. Lakin Suriye’ye bağımsızlık veren ve Suriye ile Fransa arasında ittifak kuran 1936 Eylül antlaşmasında İskenderun Sancağı hakkında hiçbir hüküm yoktu. Yani Fransa Suriye’den çekilirken, Sancak üzerindeki yetkilerini Suriye’ye terk etmekteydi. Bu sebeple, Türk hükümeti bu durumu kabul etmedi ve Suriye’ye yapıldığı gibi, İskenderun Sancağına da bağımsızlık verilmesini istedi. Atatürk de 1 Kasım 1936’da yaptığı Büyük Millet Meclisi’ni açış konuşmasında, “Bu sırada Milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele, hakiki sahibi öz Türk olan İskenderun, Antalya ve havalisinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde, ciddiyet ve katiyetle durmaya mecburuz” diyordu.

Fransız Hükümeti 10 Kasım’da verdiği cevapta, Sancağa bağımsızlık vermenin Suriye’yi parçalamak demek olacağını ve mandater devlet olarak da buna yetkisi bulunmadığını bildirdi. Bundan sonra iki hükümet arasında birer nota daha teati edildi, lakin görüşlerde herhangi bir değişme olmadı. Yalnız bu arada Fransa meselenin Milletler Cemiyeti’ne havalesini teklif etti ve Türkiye de bu teklifi kabul etti.

Atatürk Hatay’ı Almaya Kararlı

Türkiye ile Fransa arasında bu tartışmalar olurken, bir yandan Türk kamuoyu, öte yandan da İskenderun’daki halk heyecanlanmış ve İskenderun’da halk ile polis arasında çarpışmalar olmuştu. Bu durum üzerine Atatürk Fransızlar’a ve bütün dünyaya işin önemini anlatmak gerektiğine inanarak bir gösteride bulunur. İstanbul‘dan Eskişehir ve Konya’ya gider. Dönüşte Çankaya Köşkü’nde Bakanlar Kurulu’na başkanlık eder.

Atatürk’ün o sıradaki ruh durumunu belirtmesi bakımından Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak’a söylediği şu sözler önemlidir:

“Hatay benim şahsi meselemdir. Keyfiyeti Fransız büyükelçisine ta bidayette açıkça ifade ettim. Dünyanın bu durumunda böyle bir meselenin Türkiye ile Fransa arasında müşellah bir ihtilafa müncer olması katiyen varid değildir. Fakat ben, bunu da hesaba kattım ve kararımı vermiş bulunuyorum. Şayet ufukta bu yolda binde bir ihtimal belirse, Türkiye Cumhuriyeti Reisliğinden ve hatta Büyük Millet Meclisi azalığından da çekileceğim. Ve bir fert olarak bana iltihak edecek birkaç arkadaşla beraber Hatay’a gireceğim. Oradakilerle el ele verip mücadeleye devam edeceğim.”

Atatürk bu sözlerin benzerini sofra arkadaşlarına da söylemiştir. Hatay’da ise çatışmalar sürüp gitmektedir. Atatürk’ün bu davranışı Fransızlara işin ciddiyetini anlatmış ve çok geçmeden bu anlayışın belirtileri görülmüştür. Atatürk’ün Eskişehir ve Konya’ya yaptığı gösterişli gezisinden 10 gün sonra, 18 Ocak 1937’de Fransa Başbakanı Lean Blum, Türk Büyükelçisine bir mektup yazarak, Sancak konusunu Milletler Cemiyeti’nin çözmesi önerisinde bulunur. Türkiye’de bu öneriyi kabul eder.

Milletler Cemiyeti’nin meseleye el koyması ve özellikle İngiltere’nin de arabuluculuğu ile Konsey, 27 Ocak 1937’de Sancak için bir statü kabul etti. Bu statüye göre İskenderun Sancağı, İçişlerinde tamamen bağımsız, dışişlerinde Suriye’ye bağlı, kendine özgü bir anayasa ile idare edilen “ayrı bir varlık” olacaktı. Burası Milletler Cemiyetinin gözetimi altına konacak ve bu gözetim bir Fransız vasıtasıyla yürütülecekti. Fransa ile Türkiye bir anlaşma yaparak Sancağın toprak bütünlüğünü birlikte garanti altına alacaklardı. Bundan sonra Sancak, Hatay adını alacaktır.

Türkiye Sancağın sorumluluğunu tümüyle Suriye’ye bırakan antlaşmaya tepki gösterdi ve Fransa’daki Lean Blum hükümetine bir nota vererek İskenderun Sancağına ilişkin antlaşma hükümlerini tanımayacağını bildirdi.Aynı günlerde Atatürk’ün buyruğu üzerine Antakya-İskenderun Yurdu Derneği yöneticileriyle yapılan bir görüşme sonunda, Antakya-İskenderun bölgesine “Hatay” adının verilmesi kararlaştırıldı. Derneğin adı da Hatay Egemenlik Cemiyeti oldu. Merkezi İstanbul’a taşınan örgütün başkanlığına İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, genel sekreterliğine de Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer getirildi. Örgütün çalışmalarının yoğunlaşacağı Dörtyol şubesi başkanlığını önce Abdurrahman Melek, daha sonra da Tayfur Sökmen üstlendi. Örgüt, Suriye hükümetinin 14-15 Kasım 1936’da yapılmasını kararlaştırdığı genel seçimleri boykot etti. Bunun sonucunda İskenderun Sancağı’nda seçimlere katılma oranı çok düşük oldu. Yörede yeni bir gerginlik dönemi başladı. Yapılması planlanan yeni halk oylaması gerçekleşmedi.

Avrupa’da Siyasi Konjonktür Değişiyor

Bu dönemde uluslararası plandaki bazı gelişmeler sonucunda, Fransa’nın tutumunda Türkiye ile uzlaşmaya yönelik köklü değişiklikler gerçekleşti. Hitler Almanyası’nın gittikçe güçlenmesi ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki konumu nedeniyle Türkiye’yle gerginliği sürdürmek hem Fransa’ya hem de İngiltere’ye zarar getirecekti. Sonuçta Fransa, İskenderun Sancağının ayrı bir yönetime kavuşturulmasını kabul etti.

O sırada Atatürk’ün başlıca uğraş konusu Hatay sorunudur. 29.10.1937’de Romanya Başkanı Tataresko’nun önünde Fransız Büyükelçisi Ponsa’ya şunları der:

“Ben toprak büyütme dileklisi değilim. Barış bozma alışkanlığım yoktur. Ancak muahadeye dayanan hakkımızın isteyicisiyim; onu almazsam edemem. Büyük Meclisin kürsüsünden milletime söz verdim. Hatay’ı alacağım. Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getirmezsem onun huzuruna çıkamam; yerimde kalamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim; yenilmem, yenilirsem bir dakika yaşayamam. Bunu bilerek ve sözümü mutlaka yerine getireceğimi düşünerek benim dostluğumu lütfen bildiriniz ve doğrulayınız.”

Hatay Cumhuriyeti Kuruluyor

1937’de Milletler Cemiyeti gündemine artık iyice yerleşen Hatay Sorunu’nun çözümü için bir uzmanlar komitesi oluşturuldu ve komite bir anayasa taslağı hazırlamakla görevlendirildi. Taslak, Milletler Cemiyeti’nde 29 Mayıs 1937’de kabul edildi. Kabul edilen anayasa metniyle sancağın içişlerinde bağımsız, dışişleri, mali ilişkiler ve gümrük açısından Suriye’ye bağlı olması öngörülüyordu. Suriye ile Sancak arasında sınır bulunmayacak, Sancağın toprak bütünlüğü Türkiye ve Fransa’nın ortak güvencesi altında olacaktı. Ama bu, seçimlerde halkın kendi parlamentosunu kuracağı güne değin geçerli olacak geçici bir statüydü.

Türkiye bu yeni statünün ardından Hatay yöresiyle ekonomik ilişkilerini geliştirdi. Ekim 1937’de Antakya ve İskenderun’da Türk konsoloslukları açıldı. Türk bankaları açtıkları şubeler aracılığıyla tüccar ve köylüye çok uygun koşullarda kredi vermeye başladı. Türkiye’de Meclisten geçen hemen her yasa takip edilerek Hatay’da da kabul edildi. Gümrük mevzuatı Türkiye’ye uyumlu hale getirildi.

Bu arada, Haziran 1938’de Fransızlarla Antakya’da sonuçlanan görüşmelerin ardından Sancağın toprak bütünlüğünü sağlamak amacıyla 2.500 Türk ve 2.500 Fransız askerinin gönderilmesine ilişkin antlaşma imzalandı. 5 Temmuz’da ilk Türk birlikleri Hataylı Türklerin alkışlarıyla yöreye girdi. Seçmen kütükleri yenilendi. Yapılan parlamento seçimlerinde 40 üyeli Hatay Millet Meclisine 22 Türk, dokuz Alevi Arap, beş Ermeni, iki Sünni Arap ve iki Ortodoks Rum milletvekili girecekti. Türkler 22 milletvekili ile Mecliste salt çoğunluğa sahip oldu. Tüm milletvekilleri yeminlerini Türkçe yaptılar.
Hatay Millet Meclisi 2 Eylül 1938’de toplanarak Hatay Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti. Meclis, Atatürk’ün isteği doğrultusunda Cumhurbaşkanlığına Tayfur Sökmen’i seçti. Meclis Başkanlığına Abdülgani Türkmen getirildi. Abdurrahman Melek başkanlığındaki Bakanlar Kurulu beş kişiden oluşuyordu. Hatay Cumhuriyeti’nin bayrağı biçim olarak Türk bayrağı ile hemen hemen aynıydı; tek farklılık, yıldızın içinin kırmızı olmasıydı. Hatay Cumhuriyeti’nin 1500 kişilik bir jandarma gücü olacak, gümrükler Suriye ile ortaklaşa yönetilecek, para birimi olarak Suriye Lirası kullanılacak, devleti dışta Suriye devlet başkanı temsil edecekti.

Bu arada ulu önder Atatürk 10 Kasım 1938’de Hatay’ın Türkiye’ye katılışını göremeden aramızdan zamansız bir şekilde ayrıldı.

Hatay Türkiye’ye Katılıyor

Hatay devletiyle Türkiye arasında gayet yakın temas ve bağlar kuruldu. Hatay Meclisi 1939 Ocak ayında Türk Medeni Kanunu ile Türk Ceza Kanunu’nu kabul etti. Türkiye’den mali müşavirler getirtti. Bunun yanında, Hatay idarecileri devamlı olarak Türkiye’ye katılmak arzusunda bulundular. Türkiye de bu isteği sempati ile karşıladı. Fakat, 29 Mayıs 1937 anlaşması ile Hatay, Türkiye ile Fransa’nın ortak garantisi altında bulunuyordu.

Ocak 1939’da artık sürecin son aşaması olan Türkiye’ye katılma konusunda engel kalmamış gibiydi. Nazi tehdidinin iyice artması, genel bir savaşın eşiğine gelinmesi nedeniyle Fransa’nın bu konuda Türkiye’ye karşı çıkması söz konusu değildi. Böylece, 23 Haziran 1939’da Fransa ile Türkiye arasında Ankara’da imzalanan bir antlaşmayla Hatay’ın Türkiye’ye katılması kesinleşti. Hatay Millet Meclisi de 29 Haziran’da toplanarak Türkiye’ye katılma kararı aldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 30 Haziran 1939’da bu kararı onaylamasıyla, Hatay Bakanlar Kurulu, yönetimle ilgili yetkilerini Türkiye’nin Hatay Olağanüstü Temsilcisi Cevat Açıkalın’a devrederek varlığını sona erdirdi. Son Fransız askerleri de anlaşma gereğince, 7 Temmuz günü Hatay’dan ayrıldılar. 7 Temmuz 1939 tarihli ve 3711 sayılı yasayla Hatay ili oluşturuldu. Emniyet Genel Müdürü ve Hatay Egemenlik Cemiyeti Genel Sekreteri Şükrü Sökmensüer ilin ilk valisi oldu.

Atatürk Hatay şehididir

Türkiye, bağımsızlığına kavuştuktan sonra, Hatay meselesini ön plana çıkarmak için iç ve dış sorunların halledilmesini ve Avrupa’da siyasal konjonktürün elverişli bir duruma gelmesini beklemiştir. Nitekim Avrupa’da siyasi konjonktürün elverişli duruma geldiğini gören Türkiye, Fransa’nın Suriye’ye bağımsızlık vermeye hazırlandığı bir sırada, Hatay konusunu iç ve dış kamuoyunda planlı bir şekilde gündeme getirmiştir. Artık Hatay, iç ve dış kamuoyunda yürütülen propaganda ile 1936 sonbaharından itibaren Türkiye’nin en önemli davası haline gelmiştir.

Milletler Cemiyeti çerçevesinde imzalanan antlaşma ile statü ve anayasanın uygulamasında Fransa’nın çıkardığı güçlüklere rağmen Hatay davasını bizzat yönlendiren Atatürk, Türkiye’nin barışçı ve hukuka saygılı görünümünü bozmadan aşama aşama yürütmeye özen göstermiştir. Türkiye’yi işgalcilikle suçlayacak herhangi bir argüman vermemeye büyük gayret sarf etmiştir. Atatürk, diplomasinin tıkandığı noktalarda askeri kuvvete başvurabileceğini Fransa’ya hissettirmiş ve Fransa’nın çıkardığı engeller böylece adım adım aşılmıştır. Türkiye’nin kararlı tavrı ve Avrupa konjonktüründeki hızlı değişmeler, Fransa’yı Türk haklarını teslime mecbur bırakmıştır. Türkiye, diplomatik yoldan Hatay konusunda aldığı mesafeye paralel olarak gerek Türkiye’de gerekse Hatay’da yürüttüğü faaliyetler ile davayı içten kazanma yoluna gitmiştir.

Ulu önder Atatürk, daha 1918’de Adana’da Yıldırım Orduları Grubu Komutanı olarak İngilizlerin İskenderun’u işgal isteklerine direnmiştir. Atatürk, her vesileyle yaptığı konuşmalarda “Hatay sorunu benim namusumdur. Hatay’ı kurtaracağım” mesajını vermiş ve Hatay’ın Türkiye’ye katılması inancı ve ümidini hiçbir zaman kaybetmemiştir.

Ulu önder Atatürk 2 Eylül 1938’de Hatay Cumhuriyeti’nin kuruluşunu görmüş, ancak 10 Kasım 1938’de vefat ettiğinden Hatay’ın Türkiye’ye katılışını görmeye ömrü yetmemiştir.

Tarihçi Hikmet Bayur’a göre “Atatürk Hatay şehididir; çünkü sorunun en karıştığı sırada, kendisine hastalığı dolayısıyla doktorların kesin dinlenme ve hemen hep hareketsizlik öğütledikleri bir devrede, Mayıs 1938’de Mersin ve Adana’da asker geçit törenlerini ayakta izlemiş ve türlü dolaşmalarda bulunmuştur. Bu tutum O’nun yaşamını en az bir iki yıl kısaltmıştır.”



Kurtuluş Savaşımızdan İbretlik Olaylar
Birinci Dünya Savaşı sonrası 30 Ekim 1918 Türk’ün teslimnamesi olan Mondros Mütarekesinin imzalanmasından sonra sömürgecileri kirli emellerine ulaşmak için 9 Kasım 1918’de İngilizler 15 kişi ile İskenderun’a çıkarlar. Ancak Fransızlarla anlaştıkları için onlara bırakırlar.
27 Kasım 1918’de işgal yönetimi İskenderun Sancağı kurulur ve İskenderun Sancağ’ın başkenti olur.
Sömürgeciler, Fransız askeri üniforması giydirilmiş Ermeni çetecilerle beraber akla hayale gelmeyen zulümler ve katliamlara başlıyor. Tarihler 19 aralık 1919’u gösterildiğinde, yeter artık diyen Karakese köyünde yaşayan Türkler barikat kurarak köye giriş ikesiyorlar meydana gelen çatışmada sömürgeciler ve yandaşlarından 15 kişiyi gebertiyorlar…
İşte bu baş kaldırıp baş eğmezlik sömürgecilere sıkılan ilk kurşun oluyor.
Ve silahlı mücadele başlıyor. Fransız işgalinin dokuzuncu ayında Sancak’ta yaşayanlar hangi ülkenin mandasını istediklerini sormak için her grubtan üçer kişilik delegeler tespit ederler… 1919 yılında Temmuz’un sıcak bir günü olan 13’ünde Amerikan heyeti İskenderun’a gelir. Görüşme sırası Samanlı köyünün ağası Mehmet Sarıağa, Belenli Hacı Fakih, Aziz efendi gelir.
Amerikan heyetinin başı sorar:
-Fransız mandası mı yoksa İngiliz mandası mı istersiniz?
Mehmet Sarıağa da:
-Daha başka manda taliplisi yok mu?
Amerikan heyetinin başı da:
-Evet bir de Amerika var demesi üzerine Mehmet Sarıağa:
“-Biz Türküz. Türk Devletini istiyoruz. Başka bir devletin himayesine sığınmak istemiyoruz. Türk olarak doğduk, Türk olarak yaşadık ve Türk bayrağı altında öleceğiz. Başka bir devletin bayrağının gölgesi altında gölgelenmek istemiyoruz.” Der.
Bu sözlere karşı Amerikan heyetinin başındaki;
-“Türk Devleti yıkılmıştır, Türk ordusu dağılmıştır, Türklerin hiçbir gücü, hiçbir kudreti kalmamıştır.”
Demesi üzerine Mehmet Sarıağa da :
-“Türk Devleti çökebilir, Türk ordusu dağılabilir fakat Türk milleti asla esir edilemez. Türk Milleti kimsenin kölesi olmaz.” Der ve Amanos Dağlarını göstererek;
“Biz yolumuzu biliriz, buradan yol KIZIL ELMAYA gider” demişti.
* * *
Türkmenzade Ahmet Ağa da aynı suallere:
-“Türkleri” demiş.
-Türkler gelemeyeceklerine göre yüreğinize en yakın gelen devlet hangisidir?
Türkmenzade Ahmet Ağa da
-Onlar bize gelmezlerse, biz onlara gideriz, diyor.
İşte İskenderun Sancağı’nın kurtuluşundaki en önemli mihenk taşı bu anlayışla mücadele başlıyor.
* * *
Temmuz 1921’de Ankara’dan Niyazi Ramazanoğlu’ndan Türkmenzade Ahmet Ağa’ya bir telgraf geliyor:
Fransa Hükümetin temsilcisi Franklen Büyyon’un Ankara’ya geldiğini bildiriyor. Temsilcilerin seçilmesini istiyor.
İskenderun Sancağı da beş aday tespit ediyorlar.
Türkmenzade Ahmet, Abdurrahman Musaloğlu, Emin Arifi, Sadık Abalı, İhsan Mursaloğlu…
-Türkmenzade Ahmet Ağa bu listeyi Hassa’da bulunan Tayfur Sökmen’e gönderiyor.
Sonar’a köyünde Bekir Ağa’nın çiftliğinde 200 kişiden fazla delege seçim mazbatasını imzalıyor. Reyhaniyeli Faruk Cengiz ve Kadri Mursaloğlu teslim alarak Reyhaniye, Kırıkhan, Belen, Antakya ve İskenderun’a gönderiyor.
Ancak yolda Fransızların pususuna düşen Faruk Cengiz’in atı dokuz yerinden yaralandığı halde mazbatayı Reyhaniye’ye ulaştırıyor.
Bin bir emekle hazırlanıp Ankara’ya kadar götürülen mazbata Millet Meclisine takdim edilemiyor ve İskenderun Sancağı vekilleri Anavatan meclisinde temsil edilemiyor.
* * *
Ankara’da Fransa ile görüşmeler devam ederken Tayfur Sökmen, Abdurrahman ve İhsan Mursaloğlu, Büyük Millet Meclisindeki Başbakanlık odasında Mustafa Kemal Paşa’nın huzurlarına kabul edilerek İskenderun Sancağı’nın halli için dileklerini sunarken;
-Mustafa Kemal Paşa, Hariciye Vekili Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey’e:
-Ne oldu Sancak? Diye sorması üzerine Yusuf Kemal Bey kekeleyerek:
-“Efendim, Franklen Büyyon henüz hükümetinden talimat almadığını söylüyor.” Demesi üzerine Mustafa Kemal Paşa sinirlenerek:
-Öyle ise bu müzakerelere devam edilemez, diye kesip atmış.
* * *
Ancak bütün gayretlere rağmen 20 Ekim 1921’de Ankara Antlaşması imzalanmış Mersin, Adana, Ceyhan, Gaziantep, Urfa kurtulmuş İskenderun Sancağı Anavatan dışında kalmıştır.
* * *
Büyük Millet Meclisinde Tunalı Hilmi önderliğinde Yunus Nadi, Niyazı Ramazanoğlu, Ali Cenani beyler tarafından İskenderun Sancağı komitesi ilk baş kaldırı bayrağını açıyor.
İskenderun-Antakya çevresi müdafaa cemiyeti kuruluyor.
* * *
Yapılan mücadeleye rağmen Anavatan’ın dışında kalan İskenderun Sancağı Mustafa Kemal Paşa’nın Adana’yı ziyaretlerinde onlarda Adana’da idiler. Tarih 15 Mart 1923 Mustafa Kemal Paşa’ya karşı “Kurtar, bizi de kurtar” feryatlarına
“KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU DÜŞMAN ELİNDE KALMAZ” sözleri kararan gönülleri aydınlatarak verdikleri mücadeleye daha güvenle sarılmalarının ateşleyicisi oluyordu.
* * *
20 Temmuz 1936 Montrö konferansı sonrası Afet İnan’ın başka bir meselemiz kalmadığını söylediğinde Atatürk’ün:
-“Şimdi Antakya, İskenderun yani Sancak meselemiz var.” Demesinden sadece yüz iki gün sonra 1 Kasım 1936 TBMM açılış konuşmasında:
“-Bu sırada milletimizi gece, gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele, hakiki sahibi öz Türk olan İskenderun ve Antakya havalisinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde ciddiyet ve katiyetle durmaya mecburuz.” derken.
* * *
Atatürk’ün bu konuşmasından sonra 2 Kasım 1938’de bölgeye “HATAY” ismini verir. Türkiye-Fransa arasında teati edilen notalardan sonra Aralıkta taraflar anlaşmış olarak konu Milletler Cemiyetine götürülürler.
* * *
HAREKET BAŞLIYOR
22 Aralık 1936 Fransa-Suriye anlaşmasından sonra 30 Aralık 1936’da Atatürk İstanbul’a gidiyor. 5 Ocak 1937 Adana’nın Fransız işgalin kurtuluş yıldönümün, de Adana’lılar İskenderun Sancağı için muhteşem gösterilerde bulunuyorlar. Atatürk verdiği talimatla İnönü, Çakmak ve Aras’ı 6 Ocak’ta 1937 Eskişehir’de buluşmaya davet ediyor. Dört saatlik toplantı sonrası Konya’ya hareket etti.
KONYA’DA
Konya Tren Garı’nda kendisini karşılamaya gelen valiyi kabulünde:
-Vali Bey, sizden kanunlarımıza aykırı bir şey istesem, bunu sırf ben istedim diye yapar mısınız?
Valinin net cevap vermemesi üzerine kendisi vali hakkında müsbet görüş bildiren vekilin yüzüne hani güvenilir adamda bu mu derecesine bakar.
Arkasından kabul ettiği ordu komutanı İzzet Çalışlar’a Valiye sorduğu suali sorunca Çalışlar esas vasiyeti alarak:
-Sen yalnız emret Paşam, istediğin devletin aleyhine bile olsa, tereddütsüz yaparım, cevabını almıştı.
Atatürk, Çalışlar’a:
-Üç gün içinde üç bin sivil, yani; Milis, üç bin de tam teçhizatlı bir taarruz birliği hazırlamasını emretmiş.
Uzun uzun bu birliğin askeri akımdan nasıl olacağını anlatmış.
* * *
İzzettin Çalışlar huzurdan çıktıktan sonra Bakan hayretler içinde:
-“Peki Paşam, böyle bir taarruz sizin Devlet’e karşı ayaklanmanız demek olmaz mı?”
-“Evet olur”
-“O zaman ne yapacağız?”
-“Evvela Hatay’ı istila eder, davasını hallederiz. Sonra da ankara’da Devlet’i yeniden kurarız” der.
* * *
İşte bu inanç, azim ve kararlılık içerisinde olan Atatürk.
-Ben memleketi hiçbir zaman savaşa sürüklemem, fakat Hatay meselesi benim vazgeçilmez bir davam olmuştur. Gerekirse bunu kendi başıma halletmek için zorda kalırsam hemen devlet başkanlığından ve hatta mebusluktan istifade ederim.”
Bu sözler, 7 Ocak 1937 de söylüyor.
* * *
Bu büyük irade 27 Ocak 1937’de İSKENDERUN SANCAĞI bağımsızlığına kavuşuyor. Acılar, çileler 5 Temmuz 1938’de Türk silahlı kuvvetlerimiz iki koldan komutan Albay Şükrü Kanatlı’nın kumanda ettiği birliğimiz Hassa’dan-Aktepe ikinci kol ise Payas-üzerinden İskenderun’a binbaşı Süleyman Dinçer komutasında giriyor. Sömürgecilerin yönetiminde 19 yıl 7 ay 26 kalan mübarek İskenderun Sancağı’nın kurtuluşudur. Mübarek olsun dileklerimizi sunarken. O şanlı mücadele toprak için toprağa düşmüş aziz şehitlerimizin ruhları şad olsun. Sömürgecilerin beşinci kol faaliyetlerine yalakalık ve yataklık yapanlara cenab-ı Hak akıl fikir ve izan versin.

Belgesl-Sarı Gelin

Belgesl-Sarı Gelin
Sarı Gelin Belgeseli
Ermeni Meselesi konusunda Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı belgesel dizisi. İlk kez ulaşılan bilgi ve
belgeler, çeşitli ülkelerde ilk kez girilen mekanlar, ilk kez yayınlanacak görüşler.

1.Bölüm: Yüzyılın Kan Davası
http://rapidshare.com/files/7017476/...vas_.part1.rar
http://rapidshare.com/files/7019386/...vas_.part2.rar
http://rapidshare.com/files/6997220/...vas_.part3.rar

2.Bölüm: Suikastlerle Kazanılan Kimlik
http://rapidshare.com/files/7013417/...mlik.part1.rar
http://rapidshare.com/files/7015098/...mlik.part2.rar
http://rapidshare.com/files/7015551/...mlik.part3.rar

3.Bölüm: Sessiz Tanık: Arşivler
http://rapidshare.com/files/7009478/...vler.part1.rar
http://rapidshare.com/files/7011337/...vler.part2.rar
http://rapidshare.com/files/7011512/...vler.part3.rar

4.Bölüm: Katliama Çıkarılan Vize
http://rapidshare.com/files/7005402/...Vize.part1.rar
http://rapidshare.com/files/7007052/...Vize.part2.rar
http://rapidshare.com/files/7007578/...Vize.part3.rar

5.Bölüm: Kader Birliği
http://rapidshare.com/files/7002012/...li_i.part1.rar
http://rapidshare.com/files/7003508/...li_i.part2.rar
http://rapidshare.com/files/7003870/...li_i.part3.rar

6.Bölüm: Dostluğu Yeniden Hatırlatmak
http://rapidshare.com/files/6998740/...tmak.part1.rar
http://rapidshare.com/files/7000288/...tmak.part2.rar

Şifre: aware

Türkiye Muharip Gaziler Derneğinden Kıbrıs B.H.

Türkiye Muharip Gaziler Derneğinden Kıbrıs B.H.


9282 kilometre kare yüz ölçümü ile Akdeniz’in en büyük adası olan Kıbrıs adası Türkiye’ye 65, Yunanistan’a 965 km. uzaklıktadır. Dünya oluşumunun üçüncü zamanında Anadolu ile bitişik olan ada, dördüncü zamanda, İskenderun bölgesinden koparak uzaklaşmıştır. Adanın jeolojik yapısı ile bitki örtüsü İskenderun bölgesi ile benzerlik gösterir. Kıbrıs adasının kuzeyinde doğu-batı istikametinde uzanan Beşparmak Dağları yer alır. Sarp ve yalçın kayalardan oluşan Beşparmak Dağları’nın belli geçiş yerlerinin dışında aşılması zordur. Beşparmak Dağları’nın güneyinde, Magaso’dan Güzelyurt’a kadar Meserya ovası uzanır. Adanın güneyinde Trodos Dağı yeralır. Kıbrıs yer yüzünde bakır madeninin ilk işlendiği yerdir. Bu nedenle Kıbrıs’ın adı bakırla ilgilidir. ( bakır; Latince cuprum, İngilizce copper)
Kıbrıs adası, jeopolitik açıdan Akdeniz’de çok öneme haiz bir konumdadır. Türkiye’ye yakınlığı, İskenderun ve Mersin Körfezlerini kontrol etmesi, Akdeniz’in doğusundaki deniz ulaşımı, İsrail ve Suriye’nin liman ve sahillerinin güvenliği, Türk boğazları ve Süveyş Kanalı’nın emniyeti, Ortadoğu petrolleri ile petrol nakliyatı Kıbrıs adasının önemini artırmaktadır. Kıbrıs adası bu konumu ile; Doğu Akdeniz’de bir uçak gemisi, füzeler için bir rampa, Anadolu’yu güneyden istila için bir atlama taşıdır. Yunan adaları ile Ege bölgesi Anadolu’nun güneyinden de kuşatılmasını tamamlayabilecek önemli bir bölgedir. Türkiye’nin güvenliği için Kıbrıs yüksek bir değer ifade eder.
Kıbrıs’ın, stratejik önemini sadece geçmişin şartları içinde değil geleceğin hızla değişen şartları içinde gören büyük asker, en büyük komutan ve devlet adamı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, Antalya bölgesinde yapılan bir askeri tatbikatta subaylara; “Türkiye’nin yeniden işgal edildiğini ve Türk kuvvetlerinin sadece bu bölgede mukavemet ettiğini farz edelim. İkmal yollarımız ve imkanlarımız nelerdir?” sorusunu yöneltmiştir. Subayların görüş ve düşüncelerini dinleyen ATATÜRK, haritada Kıbrıs adasını işaret ederek: “Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece, bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için mühimdir” demek suretiyle Kıbrıs’ın Türkiye için taşıdığı stratejik önemini ortaya koymuştur.
Kıbrıs jeopolitik önemi nedeni ile, tarih boyunca çeşitli kavimlerin istilasına uğramıştır. Kıbrıs, M.Ö. 1450 yılından itibaren; Mısırlılar, Hititler, Fenikeliler, Asurlular, Persler, Büyük İskender (Ptoleme Egemenliği), Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Haçlılar (Aslan Yürekli Richard), Venedikliler ve Osmanlılar idaresinde kalmıştır. 300 yıl Osmanlı hakimiyetinde kalan Kıbrıs; 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nde Osmanlıları destekleme karşılığında 1878’de İngiltere’ye geçici olarak bırakılmıştır. İngiltere, I. Dünya Savaşı’nın başında, Kıbrıs’ı bir oldu-bittiye getirerek ilhak ettiğini açıklamıştır.
Kıbrıs İngiltere’nin idaresi altında iken, Kıbrıs kilisesi, adayı Yunanistan’a bağlamayı amaçlayan Enosis (birleşme) çabasını yoğunlaştırdı. . Enosis hayali Kıbrıs sorununun temelini teşkil eder. Enosis’i gerçekleştirmek için 1955’te EOKA adında bir terör örgütü kuruldu. Bu örgüt İngilizlere ve Türklere karşı silahlı şiddet hareketlerine başladı. Buna karşılık Türk tarafında TMT(Türk Mukavemet Teşkilatı) kurularak EOKA ile mücadeleye başlandı.
Kıbrıs, Londra ve Zürih Garanti ve İttifak Antlaşmalarıyla 1960 yılında bağımsız bir devlet olarak ortaya çıktı. Bu antlaşmaya göre; hükümetin ve icra unsurların %70’i Rum, %30’u Türklerden teşkil edilecek, Bakanlar Kurulu 7 Rum, 3 Türk’ten oluşacaktı. Bir papaz olan Makarios (asıl adı:Mihail Hristodolu Muskos) Cumhurbaşkanı, Dr. Fazıl Küçük de Cumhurbaşkanı Yardımcısı oldu. Garanti Antlaşmaları ile, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere garantör devlet oldular. İngiltere, iki askeri üs(Agratur-Dikelya) elde etti. Adada Türkiye 650, Yunanistan ise 950 kişilik kuvvet bulundurabilecekti. Garanti antlaşmasına göre, Makarios Türklere verilen hakları çok görerek Türkleri tamamen yok etmeye kalktı.
Yunanistan adaya gizlice çok sayıda asker çıkardı. Kıbrıslı Türkleri ortadan kaldırmak ve Enosis’i gerçekleştirmek için hazırlanan, “Akritas Planı”nını uygulamaya koymak üzere EOKA çeteleri ve Yunan askerleri 25 Aralık 1963’de saldırıya geçerek çocuk, kadın, yaşlılarda dahil olmak üzere binlerce Türk’ü vahşice katlettiler. Rumların Erenköy’e de saldırmaları üzerine, Türk jetleri Kıbrıs üzerinde uyarı uçuşu yaptılar. Panikleyen Rumlar saldırılarına son vermek zorunda kaldılar. Türkleri katletmek için Kanlı Noel olarak tarihe geçen bu vahşet karşısında Batılı devletler her zamanki gibi seyirci kaldılar. Rum-Yunan ikilisi bu saldırılarıyla; Türklerin eşit siyasi haklarına ve ortaklığına dayalı olarak kurulan “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni yıkmışlar, Bu cumhuriyetin temelini teşkil eden Zürih ve Londra antlaşmalarını tek taraflı olarak fesh etmişler ve Türkleri Kıbrıs’ın yönetiminden dışlamışlardır. Anadolu’yu işgal eden Yunan Ordusu’nda da görev alan Grivas adındaki eli kanlı bir EOKA’cı ile Yunanlı subayların idaresindeki Rumlar 1967 yılında bu sefer Geçitkale-Boğaziçi’ne saldırdılar. Türkiye müdahale için hazırlandı. Türkiye’nin müdahalesinden çekinen Yunanistan askerlerini ve katil ruhlu Grivas’ı adadan geri çekmek zorunda kaldı.
Mart 1963 tarihinden itibaren Ada’da göreve başlayan Birleşmiş Milletler Barış Gücü, Türkleri Rumlara karşı koruyamamış ve katledilmelerine de seyirci kalmıştır. Kıbrıs’ta görev ve sorumluluklarını yerine getiremeyen, barışın sağlanmasında etkinlik gösteremeyen BM. Barış Gücü, Rumların etkisine girerek kendisine duyulan güveni tamamen yitirmiştir.
1967 yılında, Yunanistan’da ihtilal olmuş, bir cunta hükümeti kurulmuştu. Makarios’un cumhurbaşkanı seçildikten sonra, Sovyetler Birliği ile siyasi ve askeri işbirliğine yönelmesinin, izlediği siyaset ile de Dünya Bağlantısızlar hareketinin bir önderi durumuna gelmesinin, adanın bir an önce kendisine bağlanıp Enosis hayalinin gerçekleşmesini isteyen cuntacı hükümetin hoşuna gitmiyordu. Makarios, aldığı dış yardımlarla ekonomik olarak, Bağlantısızlar yanında yer almakla da siyasi açıdan kendini yeterli görüp, şimdilik, Kıbrıs’ın sadece Rumlar tarafından temsil edilen bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti olmasını istiyordu. Bağlantısız Devletlerin de desteğini almıştı. Enosis, Makarios için uzun vadede düşünülecek bir konu idi. Türkler ekonomik yönden tamamen çöküp, Kıbrıs’ı terk ederlerse, Türkiye’nin müdahale nedeni kalmayacağından Enosis kendiliğinden gerçekleşecekti. Acele edip Türkiye’nin tepkisini çekmeye gerek yoktu. Bu durum, Enosis’i bir an önce hayata geçirmek isteyen Yunan hükümetinin hoşuna gitmiyordu. Yunan hükümetine göre; Ada’daki Türk halkına karşı siyasi ve askeri üstünlük sağlandığı halde Enosis’in bir türlü hayata geçirilememesinden Makarios sorumluydu. Bu nedenlerle Makarios ile Yunan hükümetinin arası açılmıştı. Sonuçta, 15 Temmuz 1974’de, Yunan hükümeti tarafından desteklenen, Yunanlı subayların yönetimindeki Rum Milli Muhafız Ordusu(RMM) ile EOKA Kıbrıs’ta darbe yaptı. Makarios adadan kaçtı. Eli kanlı başka bir katil olan Sampson’u cumhurbaşkanı yaptılar.
Türkiye, Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974 tarihinde yapılan darbe ilgili olarak diğer garantör devlet olan İngiltere’den Londra ve Zürih garanti antlaşmaları gereği, birlikte müdahale edilmesini istemiş, fakat İngiltere Türkiye’nin bu isteğini geri çevirmiştir. Türkiye bu olup bittiye son vermek için tek başına Kıbrıs’a müdahale etmeye karar vermiştir.
Bu tarihi gelişim içinde Kıbrıs hiçbir zaman Yunan adası olmamıştır. Yunanistan, Yunanlı şair Rigos tarafından ortaya atılan, Megalo idea (büyük ülkü) fikri çerçevesinde, Büyük Yunanistan’ı kurma hayali içinde Kıbrıs’ı da topraklarına katma gayreti içindedir. Yunanistan’ın Megalo idea fikri ile başlangıçtan beri gerçekleştirmek istediği faaliyetler şunlardır.
- Yunanistan’ın bağımsızlığının sağlanması,
- Batı Trakya ve Selanik’in Yunanistan’a ilhakı,
- Ege adalarını Yunanistan’a ilhakı,
- Oniki Adaların Yunanistan’a ilhakı,
- Girit adasını Yunanistan’a ilhakı,
- Batı Anadolu’nun Yunanistan’a ilhakı,
- Pontus Rum devletinin kurulması,
- Kıbrıs adsının Yunanistan’a ilhakı,
- İmroz ve Bozcaada’nın Yunanistan’a ilhakı,
- İstanbul’un Türkler’den geri alınarak Bizans İmparatorluğunu yeniden kurmak. Böylece Megalo İdea’yı gerçekleşleşecekti.


KIBRIS’TA 20 TEMMUZ 1974 ÖNCESİ ASKERİ DURUM:
Rum kuvvetleri:
Kıbrıs Rum Kuvvetleri; Rum Milli Muhafız(RMM) ordusu, Rum Polis teşkilatı ve Yunan Alayından ibarettir. Ayrıca, seferde teşkil edilen Home Guard (HG) taburları ile RMM ordusu takviye edilmektedir. Rum ordusu Yunanlı subaylar tarafından eğitilmekte ve yönetilmektedir. Seferde Rum ordusunun mevcudu 40.000’ne çıkabilmektedir. Bu birliklerin yanı sıra, Makarios’a bağlı 4000 kişilik “Epikourik” (Taktik Yardım İhtiyat) kuvveti vardı.
Türk Silahlı Kuvvetleri:
Kıbrıs Barış Harekatı’na 6 nci Kolordu Komutanlığı emrinde; 28 nci Motorlu Piyade Tümeni, 39 ncu Piyade Tümeni, Hava İndirme ve Komando Tugayları, Gösteri Tatbikat Alayı, Amfibi Deniz Piyade Alayı, Jandarma Komando Taburları, Bayraktarlık emrindeki Mücahit Birlikleri, 650 kişilik Kıbrıs Türk Alayı ile idari ve lojistik destek birlikleri katılmıştır. Harekat üç safha olarak planlanmıştı. Birinci safhada hava ve kıyı başının tesisi ve elde bulundurulması, ikinci safhada çıkan ve indirilen birliklerin birleşmesi, üçüncü safhada da harekat alanının genişletilmesi.


20 TEMMUZ 1974 - BİRİNCİ KIBRIS BARIŞ HAREKATI

20 Temmuz 1974 sabahı, Türk uçaklarının bombardımanından sonra, saat 06.15 den itibaren, hava indirme ve uçarbirlik harekatı ile Hava İndirme ve Komando Tugayları Gönyeli ve Kırnı bölgelerine indirilmeye başlanmış, Mersin’den Ertuğrul gemisi ve 33 çıkarma gemisi ile donanmanın koruması altında hareket eden Çakmak Özel Kuvveti de komanda birliklerimizle eş zamanlı olarak Girne’nin batısında dar ve sığ bir plaj olan Pladini (Karaoğlanoğlu) plajına, uçaklarımızın ve deniz topçusunun desteğinde çıkmaya başlamışdı.
SAT komandolarının çıkarma plajının çıkarmaya müsait olduğunu bildirmeleri üzerine, birinci dalga olarak plaja ilk çıkan Amfibi Deniz Piyade Alayı süratle ilerleyerek Girne - Karava - Geçitköy (Panağra Boğazı) ana asfalt yoluna ulaşmıştı. Çakmak Özel Kuvveti’nin diğer unsurları saat 12.00’de plaja çıkarak kıyı başını genişletmeye başlamışlardı.
Gönyeli ovasına paraşütle atlayan Hava İndirme Tugayı, bir taburu ile Kıbrıs Türk Alayı’nın batı yanını korurken, geri kalanı ile Dikomo (Dikmen) bölgesini ve Rum Bozdağı’nı ele geçirmek üzere taarruza başlamıştı. Kırnı bölgesine helikopterle inen Komando Tugayı duvar gibi dik dağ yamacını tırmanarak St.Hilarion ve Beyaz Ev bölgesine ulaşmış, bir taburu ile St. Hilarion - Doğru Yol istikametinde, diğer taburu ile Beyaz Ev- Zeytinlik- Girne istikametinde taarruz ederek kıyı başı ile birleşmeye hazırlanıyordu.
Donanma, sahil bombardımanı yaparak sahile çıkan birliklerimize topçu desteği sağlarken, 2 nci Taktik Hava kuvvetlerine bağlı savaş uçakları düşmanın ada genelinde askeri hedeflerine taarruz ederek tecrit ve yakın hava desteği görevlerini yerine getiriyorlardı.
20 Temmuz’da Rumlar büyük bir baskına uğramışlardı. Rumlar, Türk Ordusu’nun 1964 ve 1967’de olduğu gibi adaya müdahaleye cesaret edemeyeceği düşüncesinde idiler. Başlangıçta, paraşütle atlayan, helikopterle inen ve kıyıya çıkan birliklerimize etkili bir şekilde müdahale edemediler. Zamanla toparlanan Rumlar akşam saatlerinden itibaren birliklerimize karşı harekata başladılar.
20/21 Temmuz gecesi Türk ve Rum kuvvetleri arasında çok çetin çatışmalar yaşandı. Rumların Ortaköy, Gönyeli ve Boğaz Bölgelerini ele geçirerek; Girne- Lefkoşa irtibatını kesmek ve bu suretle; çıkarma yapan birliklerimizle, inen birliklerimizin birleşmesini önlemek amacıyla gece boyunca St.Hilarion, Bozdağ, Dikmen Tepe, Ortaköy ve Gönyeli ile Göçeri bölgelerinde yaptığı saldırılar kahraman Mehmetçikler tarafından her defasında püskürtülmüştü. Kıbrıs’a çıkan ve inen Türk birlikleri ele geçirdikleri yerleri, her ne pahasına olursa olsun elde tutmayı başarmışlardı. Harekatın ilk günlerinde, birliklerimiz hava desteğinin haricinde topçu ve tank desteğinden mahrum idi. Buna rağmen Türk askeri Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda, Kore’de destan yaratan atalarını aratmadılar. Beşparmak Dağlarında, Rumların gece saldırılarına karşı Komando birliklerimizin ölüm-kalım mücadelesi takdire şayandır.
Türk birlikleri 21 Temmuz’dan itibaren, Rum kuvvetlerine karşı tamamen üstünlük sağlayarak ileri harekatına devam ettiler. 22 Temmuz’da çıkarma yapan birliklerimiz ile birleşme sağlandı. Harekat doğu ve batı yönünde gelişerek Rum hedefleri tek tek ele geçirildi. Girne-Lefkoşa yolu tamamen Türk birliklerinin kontrolüne girdi. Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı ateş kararını 22 Temmuz 1974 saat 17.00’de kabul edip, uygulamaya koyduğunu ilan etmiştir. 23 Temmuz’da 29 araçlık bir Rum konvoyu Hava İndirme Taburu tarafından pusuya düşürülerek imha edildi.
Bu gelişmeler üzerine Yunanistan’da cunta, Kıbrıs’ta da Sampson istifa ettiler. BM Güvenlik Konseyi’nin 20 Temmuz 1974 günü aldığı 353 sayılı karara uyarak, üç garantör devlet olan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere; Kıbrıs’ta barışı ve anayasal düzeni yeniden kurmak amacıyla 25 Temmuz’da Cenevre’de görüşmelere başladılar. 30 Temmuz’a kadar devam eden bu görüşmelerde; tarafların 8 Ağustos’ta, Cenevre’de tekrar toplanmaları kararı alındı. Bu görüşmeler sonucu yayınlanan “Cenevre Deklarasyon”u ile taraflar; Kıbrıs’ta ayrı iki otonom yönetiminin mevcut olduğunu kabul etmişler, Otonom Türk ve Rum toplumlarının federal bir devlet çatısı altında bir ortak yönetim kurmalarını beyan etmişlerdir.
İlan edilen ateş-kes’ten sonra, mevcudu 40.000’ni bulan Türk birlikleri oldukça dar bir alana sıkışmış durumdaydılar. Birliklerin uzun süre bu dar bölgede bekletilmeleri emniyetleri açısından uygun değildi. Ateş-kes ile birlikte Türk birliklerinin ilerleyişlerini durdurmaları üzerine adanın her yanındaki binlerce Türk, Rumlar tarafından kuşatılmış, Rumlar Türk köylerindeki savunmasız çoğu çocuk, kadın ve yaşlı olmak üzere yüzlerce Türk’ü topluca ve vahşice öldürmüştü.


14 AĞUSTOS 1974- İKİNCİ BARIŞ HAREKATI

İkinciCenevre Konferansı’nda Yunan ve Rum tarafı zaman kazanmak, dünya kamuoyunu Türkiye aleyhine çevirmek için uzlaşmaz bir tutum sergilemeye başladılar. Birinci Cenevre Konferansı’nda alınan kararları dahi dikkate almadılar.İkinci Cenevre Konferansı’nın başarısızlığa uğraması üzerine, Türk Silahlı Kuvvetleri İkinci Barış Harekatına başladı. 14 Ağustos günü Saat 06.30’dan itibaren 28 ve 39 ncü Tümenler, Magosa ve Boğaz Deniz üssünü ele geçirmek üzere doğuya doğru taarruza başladılar. Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı ile Lefkoşa Sancağı ve Komando Tugayı kolordu bölgesinin batı kesimini savunmakla görevlendirilmişlerdi. 39 Tümen bölgesindeki İngiliz Tepe ve Kara Tepe, Rum savunmasının bel kemiği durumunda idiler. 39 Tümen’in birlikleri saat 11.30’da İngiliz Tepe ve Kara Tepe’yi ele geçirdiler. 28 Tümen saat 12.00’ye doğru Mia Milia’yı işgal etti. Saat 15.00 civarında 39.Tümen Değirmenlik’i, 28. Tümen de Timbu hava alanını ele geçirdi. Türk askeri karşısında çareyi kaçmakta bulan Rumlar mağlubiyetin acısını çıkarmak için; 14 Ağustos’ta Taşkent, Terazi, Atlılar, Muratağa ve Sandallar köylerinde; savunmasız, çoğu çocuk, kadın ve yaşlı olmak üzere yüzlerce Türk’ü topluca ve vahşice öldürmüştür. Adanın diğer kesimindeki Türklere de insanlık dışı, vahşice saldırılar yapılmıştır. Birliklerimiz 14 Ağustos akşama doğru Paşaköy ve Serdarlı’ya girerek soydaşlarımızla kucaklaştılar.
15 ve 16 Ağustos’ta doğu ve batı istikametlerinde ileri harekatına devam eden birliklerimiz Magosa, Lefkoşa ve Lefke hattının kuzeyindeki bölgeyi tamamen kontrol altına almışlardır.
Sonuç olarak;
Kıbrıs Barış Harekatı ile Kıbrıslı Türklerin can güvenlikleri sağlanmış, Rumların Enosis hayali Akdeniz’in karanlık sularına gömülmüştür. Bu savaşta; 498 Türk askeri, 70 Kıbrıslı Mücahit ve 270 Kıbrıs Türk’ü şehit olmuştur. Türkiye bu harekatı ile kendi güvenliğini ve Kıbrıslı Türklerin güvenliğini tehlikeye atacak girişimlere hiçbir zaman seyirci kalmayacağını dünyaya fiilen kanıtlamış oluyordu.
13 Şubat 1975 de Kıbrıs Türk Federe Devlet’i, 15 Kasım 1983 de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edildi. Kıbrıs’ta Türk ve Rumlar arasında yapılan tüm görüşmelerde, Rumların uzlaşmaz tutumları nedeniyle günümüze kadar bir sonuç alınamamıştır. Kıbrısla ilgili yürütülen görüşmeleri bu uğurda canlarını ortaya koyan gaziler olarak dikkatle izliyoruz. Toprağa düşen şehitlerimizin ve akıtılan kanların dikkate alınacağını umuyor; uğrunda şehit verdiğimiz, kan döktüğümüz toprakları da kutsal bir emanet olarak kabul ediyoruz. Savaşta kazanılan toprağın iadesi kabullenemez.
Türk silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’a yaptığı müdahale; sorunun sebebi değil, Rum-Yunan ikilisinin bugüne kadar adada uyguladıkları yanlış ve tahkirkar politikaların bir sonucudur.
Yunanistan’ın Kıbrıs’ı topraklarına katmayı istemesinin asıl amacı, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hareket serbestisini kısıtlamak ve Anadolu Yarımadası’nın güneyindeki milli güvenlik kuşağını daraltıp, Türkiye’nin etrafında bir stratejik kuşatma çemberi oluşturarak, onu Anadolu’ya hapsetmektir. Türkiye’nin, Yunanistan’ın ahdi hukukuna dayalı haklarını ve milli menfaatlerini koruyamayacak kadar zayıf bir duruma düşürülmesi, O’nun Ortadoğu’da, Balkanlar’da ve Ortaasya ile Kafkaslar’da itibarını büyük ölçüde zedeleyecek; bölgesinde bir denge unsuru olma ve caydırma niteliğini ortadan kaldıracaktır.
Kıbrıs’ta “Kendi kaderini tayin etme” (Self-determinasyon) hakkı söz konusu olduğunda, Ada’da yaşayan Türk halkı, BM Anayasa’sının 73 ncü maddesi esasları çerçevesinde en az Rumlar kadar kendi kaderini tayin etmede söz ve hak sahibidir. Asırlardır Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin Ada üzerinde hükümranlık hakları vardır. Bu haklarını Rumlara devretmeleri söz konusu olamaz.
Batı, dün olduğu gibi bugünde Yunan-Rum yanlısı tutumunu devam ettirmekte, Yunanistan ve Kıbrıs sorunlarının çözümünde Türk tarafından sürekli ödün istemektedir. Aşağıdaki örnekler, geçmişte Batı’nın, Yunan-Rum yanlısı tutumunu açıkça ortaya koymaktadır.
- Emekli General Nurettin Türksan, “Yunan Sorunu” adlı kitabında, 13 Mart 1919 “Dörtler Konferans’ındaki konuşmaları aşağıdaki şekilde naklederek, 90 sene önce, Batılıların Kıbrıs’a bakış açılarını ve zihniyetlerini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyordu:
“Loyd George : Niyetim, Kıbrıs’ı aynı şekilde Yunanistan’a vermektir.
Clemanceau : Unutmayınız ki, Berlin Antlaşması’na göre bu konuda benden izin almanız gerekmektedir.
Loyd George : Bu izni bana vereceğinizi ümit ederim.
Başkan Wilson: Yunanistan’a bu hediyeyi verebilirseniz büyük ve değerli bir iş yapmış olursunuz..”
- ABD Senatosu 17 Mayıs 1920 tarihinde Henry Cabot Lodge’nin sunduğu aşağıdaki kararı kabul ediyordu:
“ Senato, Kuzey Epir’in, Kariça’nın, Ege’deki 12 adanın ve Anadolu’nun batı kıyılarının barış konferansı tarafından Yunanistan’a verilmesini kabul eder.”
- Yine ABD Senatosu, 21 Ocak 1920 tarihinde aldığı bir kararla Trakya’nın Yunanistan’a verilmesini kabul etmiştir. Bu suretle, ABD Yunanistan’ın Anadolu’yu işgal etmesini teşvik ediyordu. Günümüzde bu örneklerin çoğalarak devam ettiğini görüyoruz. Batı ile sorunlarımızın başlangıcı, Türklerin Anadolu’ya girdikleri tarih olan 1071 yılıdır. Her nedense, Batı ve hıristiyan dünyası TÜRKLERİ ne Avrupa’da ne de Anadolu’da kabullenememiştir.
Çağdaşlaşma olarak kabul ettiğimiz Batı değerleri ATATÜRK TÜRKİYE’sinin hedefidir. ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ ile bu hedefe mutlaka ulaşacağız.
Anavatan ve Yavruvatan’ın genç evladı! Çok zor koşullar altında, uzun yıllar çetin bir mücadele vererek Kıbrıs Türk halkını önce sömürge yönetiminden kurtaran ve daha sonra Kıbrıs’ın kuzeyinde toplayarak bağımsız bir Türk Devleti’ni (KKTC) kuran, bugünün orta yaşlı kuşağı olan anavatan ve yavruvatan gazilerine kulak veriniz. Onlar sizin için canlarını ortaya koydular, şehit-gazi oldular. Emanete sahip çıkınız. Bu emaneti sizden sonra gelecek kuşaklara aynen teslim etmek sizin namus borcunuzdur. İkinci kez, bağımsız bir cumhuriyete sahip olmak pek mümkün değil. Böyle bir imkanı da hiçbir zaman bulamayacaksın. Bu nedenle, KKTC’nin Türkiye ve Kıbrıs açısından değerini iyi bilin.


KIBRIS BARIŞ HAREKATI ŞEHİT VE GAZİLERİNİ,
TÜRKLÜK UĞRUNA CAN VEREN SOYDAŞLARIMIZI
SAYGI İLE ANIYORUZ

TÜRKİYE MUHARİP GAZİLER DERNEĞİ